25 Ekim 2010 Pazartesi

Ömer Faruk Kurhan, her yazısında "SUÇ İŞLEME" eğiliminde!

Bulunmaz'a karşı, iki DÂVÂ açan Ömer Faruk Kurhan'ın bulanık yazılarını okuma sabrını gösterebilirseniz, çok sevineceğimi hemen dile getirmeliyim...

***

Yeniden Yazmaya Başlamak…

Ömer F. Kurhan
25 Ekim 2010

Güncel tiyatro yazılarıma uzun sayılabilecek bir süre ve bir ölçüde kasıtlı olarak ara verdikten sonra, ne hakkında yazmam gerektiğine karar verirken biraz zorlandım. Belli bir gündemin peşine gelişi güzel takılmak hoş değil. Dolayısıyla bir geçiş yazısı yazmak daha doğru olacak gibi görünüyor. Bu vesileyle niçin yazılarıma ara verme ihtiyacı duyduğuma biraz olsun açıklık getirmek istiyorum.

Haftada ya da iki haftada bir, hatta bazen günübirlik yazmak benim için zor değil. Yazma eylemini aşırı zora sokanları, yazma pratiğini geliştirmeyenleri eleştirdiğimi yakın çevrem iyi bilir. Yazıların işlevi farklı farklıdır. Bazen iki sayfalık bir makale yazmak için bir aylık ön hazırlık yapmanız gerekebilir; bazense önemli bir güncel gelişmeye tepkinizi belirtmek için bir anda, alelacele yazmak zorunda kalabilirsiniz. Mimesis Portali gibi yayınlarda tiyatro hakkında güncel gelişmeleri ele almanın, hatta derli toplu tarih yazımı çalışmalarına malzeme olabilecek güncel notlar düşmenin zor olmadığına inananlardanım. Oyun eleştirileri, haber vermeye dönük ayrıntılı gözlemler, araştırma yazıları, kapsamlı söyleşiler ise bu tip sitelerin temelini ayakta tutan unsurlar. Politik müdahale bu temel üzerinde yükseldiğinde etkili ve anlamlı olma şansına sahip. Apolitik sanat anlayışı kadar, kültürel-politiği yüksek siyaset malzemesine dönüştürenlerin, temeli ihmal edenlerin, çürütenlerin de karşısında olmak gerekiyor.

Bu anlamda Mimesis Portali’ne konuk yazar olarak katkımın yeterli olamadığının farkındayım. Öte yandan apolitik trendin baskısına tepki olarak, çokça eleştirdiğim, hatta sert karşılaşmalardan çekinmediğim temeli çürük yüksek siyaset arayışlarının göbeğine düştüğümü de belirtmem lazım. Bireysel olarak denge tutturmak kolay değil; sonuçta insan toplumsal bir varlık ve bireysel özerkliğin kolektif tamamlayıcı / bütünleyici özelliğini akılda tutmak gerekiyor. Bu nedenle apolitiklik de aslında politiktir – kendi içinde iyi iş çıkarsanız da biat etme, en iyi ihtimalle kurulu düzene katlanma pratiğine güç katar. Temeli çürük yüksek siyaset arayışları ise, şaşmaz bir şekilde haklı muhalefeti yozlaştırarak ayağınıza dolanır. Sonuç olarak, ahlaki temelleri sağlam ve tutarlı bir kültürel-politik pratik geliştirmek kolay değildir.

Özel bazı nedenler dışarıda bırakılacak olursa, yazmaya ara vermemde uzun süre odaklandığım bir meselenin şöyle ya da böyle belli bir dönemsel doygunluğa ulaşması etkili oldu ve bu noktada benim mesafe koyma isteğim ağır bastı. Sübjektif olarak son bir iki yıldır tiyatronun sanatsal üretim yanından ziyade örgütlenme ya da “N’olacak bu tiyatromuzun hali?” konusuna odaklanmıştım. Bu planlı değil ama içine fazlasıyla çekildiğimi hissettiğim bir konu aslında. Tiyatro kuramı ve sanatı içinden başlattığım çalışmaların birçoğunu ya beklemeye aldım ya da yavaşlattım. Geçen sezon derli toplu sayılabilecek tek faaliyetim, Tiyatro Kare’nin “Leyla’nın Evi” projesine dramaturg kimliğiyle katılmam oldu – ki teatral piyasa koşullarını kısmen içerden yaşamak ve görmek adına oldukça faydasını gördüğümü söyleyebilirim. Bu noktada aykırılıklarıma katlanmayı başaran Nedim Saban’a teşekkür ediyorum. Bartın belediyesi bünyesinde şehir tiyatrosunun kuruluş çalışmalarına odaklanan Zafer Gecegörür’ün ricası üzerine ve destek verme amacıyla Bartın’da, Kerem Kurdoğlu’nun “Hatırla Avrupa” adlı oyunu vesilesiyle yürütücülüğünü yaptığım birkaç günlük dramaturji ve sahneleme atölyesi, sezon içindeki tek eğitici faaliyetim oldu. Bu faaliyet “Anadolu’yu aydınlatmak” adına pek işlevsel olamasa da, Bartın’daki tiyatro ortamını daha yakından tanımak adına oldukça faydalıydı. Özellikle MHP’li bir belediyenin şaşırtıcı bir şekilde nasıl sola açılım gösterdiğini ve resmen kırmızı bazı çizgiler hariç sol sanata geniş sayılabilecek bir özgürlük alanı sağladığını gözlemlemek, nedenlerini anlamaya çalışmak oldukça eğlendiriciydi. İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’nin özerk bir ayağı olarak organize edilen Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’ndeki bir panele hazırlık olarak Türkiyeli değerli Yahudi kadın yazarımız Beki L. Bahar’ın oyunları üzerine çalışmamı bir aşama daha ileriye götürmekse, entelektüel olarak en faydalı bulduğum sezon içi etkinlikti. Fakat bu çalışmayı sürdürmem, özelde Beki L. Bahar’ın tarihsel oyunları bağlamında çalışmaya bir çerçeve kazandırmak için ek bir zaman dilimi ayırmam gerektiğinin farkındayım.

Dönemsel bir bilanço çıkardığımda, sanatsal ve kuramsal çalışmalarımı büyük ölçüde askıya alıp bir çeşit entelektüel “fedakârlık” yaparak tiyatronun örgütlenme sorunlarına / sürecine yoğunlaşmamda özellikle geçen sezon başlatılan ve zaman içinde düşüşe geçen (sezon sonuna geldiğinde nihayete eren) örgütlü tiyatro sürecinin belirleyici payı vardı. İstanbul ve Ankara’da iki büyük toplantıya sahne olan bu sürecin benim açımdan çelişkili görünen bir yanı, başından beri aceleciliğin yanlış olduğunu, süreci taşıyabilecek tiyatrocu öznelerin azlığını / yetersizliğini / istikrarsızlığını ve hatta tutarsızlığını vurgulamama rağmen aktif bir konum almak oldu. Bu tavır bir bakıma gençlik yıllarına uzanan bir alışkanlığın sonucu: Eğer birlikte bir işe kalkışmışsak, o iş hakkında ciddi şüphelerim olsa, önemli sayılabilecek çeşitli kayıtlar koysam bile sonuna kadar gitmeyi (gemiyi terk etmemeyi) etik bir yükümlülük olarak görme eğiliminde oldum her zaman.

Bu alışkanlığın iyi ve kötü tarafları var: Toplumsal ve kolektif mücadele kültürünün ayakta tutulmasına katkısı iyi tarafı; zaman zaman akla dayalı cesaretin zayıflatılması ve bireysel tercihlerin aşırıya varacak şekilde ertelenmesi ise kötü tarafı. Fakat örgütlü mücadele içinde bu çelişkinin yaşanmasını kaçınılmaz bir insanlık durumu olarak kabul etmek lazım. Zaman zaman yapıcı bir denge noktasına ulaştığınızı hissetmek ferahlatıcı bir etki yaratabilir belki, ama nihayetinde denge noktasının sabitlenmeyeceğini görmek gerekir. Bu anlamda mevcut sol anlayış içinde hâlâ yaygın “bedel ödedik, ödüyoruz” retoriği her zaman bana gülünç gelmiştir; gerçekten ağır bedeller ödeyen ve sarsılmadan yoluna devam eden saygın entelektüellerin mütevazılığı ve talepkâr olmamaları bir tesadüf olmasa gerek. Bu tarz bir enetelektüel duruşu algılamak isteyenler için Türkiye’den verebileceğim bir örnek insan hakları aktivisti Eren Keskin Hanım’dır – ki ana akım medya, hatta muhalif medya alanında yıldızlaş(tırıl)maması hiçbir şekilde tesadüf değildir.

Türkiye çapında örgütlü tiyatroyu canlandırmak adına yola çıktığımızda, birilerinden beklemek değil, bu işin aktif öznesi olarak kimlerin ortaya çıkacağıydı önemli olan – ki bu noktada hayalci davranmak da yanlış olurdu. Şahsen ısrarla, dönemsel olarak bir çeşit avangardizme (öncü duruşuna) ihtiyaç duyduğumuzu, önemli olanın, ortada az sayıda tiyatro insanı ya da topluluğu olsa bile kararlılığın korunması olduğunu düzenli olarak vurguladım. Bunun nedeni gayet basitti: Hiç kimse “Hayır, örgütlü tiyatro bir ihtiyaç değildir” demiyordu. Yani söz konusu olan hatırı sayılır bir destek almaksa, ortada bir sorun yoktu. Fakat iş gelip organizasyonun aktif öznesi olmaya dayandığında, birleştirici bir öncü guruba ihtiyaç duyulduğu kesindi. Mevcut durumun niçin böyle olduğunu daha iyi anlayabilmek için hiç kuşkusuz bir tiyatro sosyolojisine ihtiyacımız var. Fakat dağınık verileri temel alsam da benim görüşüm, birçok boyutu ve çeşitlemesiyle örgütlü tiyatroyu var etmek adına genç kuşakların taşıması gereken sorumluluğun sürekli arttığı, iyi niyetli, dönemsel olarak parlak çıkışlar yapan bazı girişimler dışında aktarılacak ciddi bir örgütsel geleneğin hâlâ oluşamadığıdır.

Toplumsal olarak eğilimin bu yönde olduğunu tespit etmemek gerçeği örtbas etmek olacaktır. Dolaysıyla en tehlikeli bulduğum öznel eğilim, genç kuşakların özgüven ve yaratıcılık konusunda ihaleci ve karasız davranması. Meselenin sanatsal ve politik boyutlarını birlikte ele alan, birini diğerine feda etmek gibi bir zaaf üretmeyenlerin çıkış noktasını temsil edeceğine inanıyorum. 25 yıldır şu ya da bu düzeyde emek verdiğim tiyatroya ilişkin bu görüşümde temel bir değişiklik olmadı.

Bu sezon muhtemelen örgütlü tiyatro sürecini canlandırmak adına gerilimin daha düşük seyrettiği bir çerçeve içinde yazılar üretme şansım olacak. Uzaktan da olsa anlamsız bulduğum çeşitli örgüsel şamataların kurgulandığını duyuyorum; örgütlü tiyatro adına bu tip olgulara değer vermek yanılsama olacaktır. Örgütlü tiyatro süreci aslında yarım sezon içinde tüketilmiş ve belli bir netleşmeyi sağlamıştır. Kısa vadede ya da sürpriz özneler ortaya çıkmadığında bu alanda yaşananların çoğu gerçeklik iddiasındaki role playing’ler olacaktır. Kanmamak gerekiyor. Yazılarıma ara verdiğim dönemi geride bırakırken, belki biraz da yakın geçmişten başlayarak bazı konulara değineceğim. Bu yazıda soyut ve bulanık görünen noktaların aydınlanmasının biraz da buna bağlı olduğunun farkındayım.

Bir dahaki yazıda buluşmak üzere…

Bkz: http://mimesis-dergi.org/2010/10/yeniden-yazmaya-baslamak%C3%A2%E2%82%AC%C2%A6/