25 Ekim 2010 Pazartesi

LİNÇ KAMPANYASI sürecinde insancıl sınavdan geçmeyi başararak, LİNÇÇİ alçakların propagandasına boyun eğmeyen yayıncı ve yazar Erbil Göktaş konuşuyor!

Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş, Bulunmaz Tiyatro'yu ziyaret etti! from BTV on Vimeo.

Ömer Faruk Kurhan, her yazısında "SUÇ İŞLEME" eğiliminde!

Bulunmaz'a karşı, iki DÂVÂ açan Ömer Faruk Kurhan'ın bulanık yazılarını okuma sabrını gösterebilirseniz, çok sevineceğimi hemen dile getirmeliyim...

***

Yeniden Yazmaya Başlamak…

Ömer F. Kurhan
25 Ekim 2010

Güncel tiyatro yazılarıma uzun sayılabilecek bir süre ve bir ölçüde kasıtlı olarak ara verdikten sonra, ne hakkında yazmam gerektiğine karar verirken biraz zorlandım. Belli bir gündemin peşine gelişi güzel takılmak hoş değil. Dolayısıyla bir geçiş yazısı yazmak daha doğru olacak gibi görünüyor. Bu vesileyle niçin yazılarıma ara verme ihtiyacı duyduğuma biraz olsun açıklık getirmek istiyorum.

Haftada ya da iki haftada bir, hatta bazen günübirlik yazmak benim için zor değil. Yazma eylemini aşırı zora sokanları, yazma pratiğini geliştirmeyenleri eleştirdiğimi yakın çevrem iyi bilir. Yazıların işlevi farklı farklıdır. Bazen iki sayfalık bir makale yazmak için bir aylık ön hazırlık yapmanız gerekebilir; bazense önemli bir güncel gelişmeye tepkinizi belirtmek için bir anda, alelacele yazmak zorunda kalabilirsiniz. Mimesis Portali gibi yayınlarda tiyatro hakkında güncel gelişmeleri ele almanın, hatta derli toplu tarih yazımı çalışmalarına malzeme olabilecek güncel notlar düşmenin zor olmadığına inananlardanım. Oyun eleştirileri, haber vermeye dönük ayrıntılı gözlemler, araştırma yazıları, kapsamlı söyleşiler ise bu tip sitelerin temelini ayakta tutan unsurlar. Politik müdahale bu temel üzerinde yükseldiğinde etkili ve anlamlı olma şansına sahip. Apolitik sanat anlayışı kadar, kültürel-politiği yüksek siyaset malzemesine dönüştürenlerin, temeli ihmal edenlerin, çürütenlerin de karşısında olmak gerekiyor.

Bu anlamda Mimesis Portali’ne konuk yazar olarak katkımın yeterli olamadığının farkındayım. Öte yandan apolitik trendin baskısına tepki olarak, çokça eleştirdiğim, hatta sert karşılaşmalardan çekinmediğim temeli çürük yüksek siyaset arayışlarının göbeğine düştüğümü de belirtmem lazım. Bireysel olarak denge tutturmak kolay değil; sonuçta insan toplumsal bir varlık ve bireysel özerkliğin kolektif tamamlayıcı / bütünleyici özelliğini akılda tutmak gerekiyor. Bu nedenle apolitiklik de aslında politiktir – kendi içinde iyi iş çıkarsanız da biat etme, en iyi ihtimalle kurulu düzene katlanma pratiğine güç katar. Temeli çürük yüksek siyaset arayışları ise, şaşmaz bir şekilde haklı muhalefeti yozlaştırarak ayağınıza dolanır. Sonuç olarak, ahlaki temelleri sağlam ve tutarlı bir kültürel-politik pratik geliştirmek kolay değildir.

Özel bazı nedenler dışarıda bırakılacak olursa, yazmaya ara vermemde uzun süre odaklandığım bir meselenin şöyle ya da böyle belli bir dönemsel doygunluğa ulaşması etkili oldu ve bu noktada benim mesafe koyma isteğim ağır bastı. Sübjektif olarak son bir iki yıldır tiyatronun sanatsal üretim yanından ziyade örgütlenme ya da “N’olacak bu tiyatromuzun hali?” konusuna odaklanmıştım. Bu planlı değil ama içine fazlasıyla çekildiğimi hissettiğim bir konu aslında. Tiyatro kuramı ve sanatı içinden başlattığım çalışmaların birçoğunu ya beklemeye aldım ya da yavaşlattım. Geçen sezon derli toplu sayılabilecek tek faaliyetim, Tiyatro Kare’nin “Leyla’nın Evi” projesine dramaturg kimliğiyle katılmam oldu – ki teatral piyasa koşullarını kısmen içerden yaşamak ve görmek adına oldukça faydasını gördüğümü söyleyebilirim. Bu noktada aykırılıklarıma katlanmayı başaran Nedim Saban’a teşekkür ediyorum. Bartın belediyesi bünyesinde şehir tiyatrosunun kuruluş çalışmalarına odaklanan Zafer Gecegörür’ün ricası üzerine ve destek verme amacıyla Bartın’da, Kerem Kurdoğlu’nun “Hatırla Avrupa” adlı oyunu vesilesiyle yürütücülüğünü yaptığım birkaç günlük dramaturji ve sahneleme atölyesi, sezon içindeki tek eğitici faaliyetim oldu. Bu faaliyet “Anadolu’yu aydınlatmak” adına pek işlevsel olamasa da, Bartın’daki tiyatro ortamını daha yakından tanımak adına oldukça faydalıydı. Özellikle MHP’li bir belediyenin şaşırtıcı bir şekilde nasıl sola açılım gösterdiğini ve resmen kırmızı bazı çizgiler hariç sol sanata geniş sayılabilecek bir özgürlük alanı sağladığını gözlemlemek, nedenlerini anlamaya çalışmak oldukça eğlendiriciydi. İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’nin özerk bir ayağı olarak organize edilen Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’ndeki bir panele hazırlık olarak Türkiyeli değerli Yahudi kadın yazarımız Beki L. Bahar’ın oyunları üzerine çalışmamı bir aşama daha ileriye götürmekse, entelektüel olarak en faydalı bulduğum sezon içi etkinlikti. Fakat bu çalışmayı sürdürmem, özelde Beki L. Bahar’ın tarihsel oyunları bağlamında çalışmaya bir çerçeve kazandırmak için ek bir zaman dilimi ayırmam gerektiğinin farkındayım.

Dönemsel bir bilanço çıkardığımda, sanatsal ve kuramsal çalışmalarımı büyük ölçüde askıya alıp bir çeşit entelektüel “fedakârlık” yaparak tiyatronun örgütlenme sorunlarına / sürecine yoğunlaşmamda özellikle geçen sezon başlatılan ve zaman içinde düşüşe geçen (sezon sonuna geldiğinde nihayete eren) örgütlü tiyatro sürecinin belirleyici payı vardı. İstanbul ve Ankara’da iki büyük toplantıya sahne olan bu sürecin benim açımdan çelişkili görünen bir yanı, başından beri aceleciliğin yanlış olduğunu, süreci taşıyabilecek tiyatrocu öznelerin azlığını / yetersizliğini / istikrarsızlığını ve hatta tutarsızlığını vurgulamama rağmen aktif bir konum almak oldu. Bu tavır bir bakıma gençlik yıllarına uzanan bir alışkanlığın sonucu: Eğer birlikte bir işe kalkışmışsak, o iş hakkında ciddi şüphelerim olsa, önemli sayılabilecek çeşitli kayıtlar koysam bile sonuna kadar gitmeyi (gemiyi terk etmemeyi) etik bir yükümlülük olarak görme eğiliminde oldum her zaman.

Bu alışkanlığın iyi ve kötü tarafları var: Toplumsal ve kolektif mücadele kültürünün ayakta tutulmasına katkısı iyi tarafı; zaman zaman akla dayalı cesaretin zayıflatılması ve bireysel tercihlerin aşırıya varacak şekilde ertelenmesi ise kötü tarafı. Fakat örgütlü mücadele içinde bu çelişkinin yaşanmasını kaçınılmaz bir insanlık durumu olarak kabul etmek lazım. Zaman zaman yapıcı bir denge noktasına ulaştığınızı hissetmek ferahlatıcı bir etki yaratabilir belki, ama nihayetinde denge noktasının sabitlenmeyeceğini görmek gerekir. Bu anlamda mevcut sol anlayış içinde hâlâ yaygın “bedel ödedik, ödüyoruz” retoriği her zaman bana gülünç gelmiştir; gerçekten ağır bedeller ödeyen ve sarsılmadan yoluna devam eden saygın entelektüellerin mütevazılığı ve talepkâr olmamaları bir tesadüf olmasa gerek. Bu tarz bir enetelektüel duruşu algılamak isteyenler için Türkiye’den verebileceğim bir örnek insan hakları aktivisti Eren Keskin Hanım’dır – ki ana akım medya, hatta muhalif medya alanında yıldızlaş(tırıl)maması hiçbir şekilde tesadüf değildir.

Türkiye çapında örgütlü tiyatroyu canlandırmak adına yola çıktığımızda, birilerinden beklemek değil, bu işin aktif öznesi olarak kimlerin ortaya çıkacağıydı önemli olan – ki bu noktada hayalci davranmak da yanlış olurdu. Şahsen ısrarla, dönemsel olarak bir çeşit avangardizme (öncü duruşuna) ihtiyaç duyduğumuzu, önemli olanın, ortada az sayıda tiyatro insanı ya da topluluğu olsa bile kararlılığın korunması olduğunu düzenli olarak vurguladım. Bunun nedeni gayet basitti: Hiç kimse “Hayır, örgütlü tiyatro bir ihtiyaç değildir” demiyordu. Yani söz konusu olan hatırı sayılır bir destek almaksa, ortada bir sorun yoktu. Fakat iş gelip organizasyonun aktif öznesi olmaya dayandığında, birleştirici bir öncü guruba ihtiyaç duyulduğu kesindi. Mevcut durumun niçin böyle olduğunu daha iyi anlayabilmek için hiç kuşkusuz bir tiyatro sosyolojisine ihtiyacımız var. Fakat dağınık verileri temel alsam da benim görüşüm, birçok boyutu ve çeşitlemesiyle örgütlü tiyatroyu var etmek adına genç kuşakların taşıması gereken sorumluluğun sürekli arttığı, iyi niyetli, dönemsel olarak parlak çıkışlar yapan bazı girişimler dışında aktarılacak ciddi bir örgütsel geleneğin hâlâ oluşamadığıdır.

Toplumsal olarak eğilimin bu yönde olduğunu tespit etmemek gerçeği örtbas etmek olacaktır. Dolaysıyla en tehlikeli bulduğum öznel eğilim, genç kuşakların özgüven ve yaratıcılık konusunda ihaleci ve karasız davranması. Meselenin sanatsal ve politik boyutlarını birlikte ele alan, birini diğerine feda etmek gibi bir zaaf üretmeyenlerin çıkış noktasını temsil edeceğine inanıyorum. 25 yıldır şu ya da bu düzeyde emek verdiğim tiyatroya ilişkin bu görüşümde temel bir değişiklik olmadı.

Bu sezon muhtemelen örgütlü tiyatro sürecini canlandırmak adına gerilimin daha düşük seyrettiği bir çerçeve içinde yazılar üretme şansım olacak. Uzaktan da olsa anlamsız bulduğum çeşitli örgüsel şamataların kurgulandığını duyuyorum; örgütlü tiyatro adına bu tip olgulara değer vermek yanılsama olacaktır. Örgütlü tiyatro süreci aslında yarım sezon içinde tüketilmiş ve belli bir netleşmeyi sağlamıştır. Kısa vadede ya da sürpriz özneler ortaya çıkmadığında bu alanda yaşananların çoğu gerçeklik iddiasındaki role playing’ler olacaktır. Kanmamak gerekiyor. Yazılarıma ara verdiğim dönemi geride bırakırken, belki biraz da yakın geçmişten başlayarak bazı konulara değineceğim. Bu yazıda soyut ve bulanık görünen noktaların aydınlanmasının biraz da buna bağlı olduğunun farkındayım.

Bir dahaki yazıda buluşmak üzere…

Bkz: http://mimesis-dergi.org/2010/10/yeniden-yazmaya-baslamak%C3%A2%E2%82%AC%C2%A6/

26 Eylül 2010 Pazar

4 Eylül 2010 Cumartesi

Mustafa Şükrü Demirkanlı, "SUÇ" içerikli yazılarını HEP siliyor!

Aslında "Aşil Topuğu" Kim… Kim kabul etti, kim reddetti? Kararsızların Oranı Ne?

(Güncelleme notu, yazının altındadır) Yazın son günlerinde okurların şiddetle karşı çıktığı bir konuya tekrar girmem konusunda oldukça fazla eleştirel mail aldım. Önce kısaca nedenini anlatayım. İnternet ortamının özgürlüğünden ve kolaylığından yararlanarak hakaretlerini artıran ikili: Büktel ve Bulunmaz’ın birbirlerine karşı davranışlarının, çaresizliklerinde nasıl da saldırganlaştıklarını sabırla kayda alıyorum. Zaman her ikisine de birbirleri hakkındaki gerçeklikleri çok daha net gösterecek. Konu ilgisini çekmeyen okurlarımdan özür dileyerek, bir süre daha sabretmelerini, çok sıkılıyorlarsa hiç okumadan geçmelerini rica ediyorum. Bir gün mutlaka, gözlerindeki perde açılacak, çaresizliklerinden, söz bulamamanın getirdiği hezeyanlarla; önüne gelene küfreden bu ikili eminim ki yazdıklarından, küfürlerinden utanacaklardır, yakışmadığını anlayacaklardır.

***

Büktel, Bulunmaz’a "Lütfen benim Aşil topuğum olma" dediğini, bunu da aslında iki yıl kadar önce Bulunmaz’ın yüzüne karşı söylediğini, Yeni Tiyatro Dergisi’nde Sema Göktaş’la yaptığı söyleşide ifade etmesinin üzerinden yaklaşık bir ay geçmesine rağmen, Bulunmaz her yazılana öfkeyle yaklaştığı için, işin içinden çıkamıyor. Şu sorunun yanıtını veremiyor: “Çünkü, Büktel bugün değil iki yıl önce ve yüzüne söylemiştir, bu zaman farkını da açıklamakta zorlanmaktadır, açıklayamayacaktır da. Sadece sanki yeni öğrenmiş gibi davranıp oyalanacaktır.” demişim. Bakalım, Bulunmaz nasıl yanıtlamış bu soruyu?

"Cancağızım, soyut, hep soyut sözler kullanıyorsun. Hayır canım; felsefi anlamda soyut değil. Çemberden bile daha yuvarlak sözler kullanıyorsun. Bir insanın, bir dünya görüşü olur; bu dünya görüşüne omurga da denilebilir ve bu dünya görüşüne, bu omurgasına göre değerlendirilir kişi. Aklınca, beni kışkırtmaya çalışıyorsun. Ben, seni ve senin LİNÇÇİ yoldaşlarını ciddiye aldığım için değil; okurları ciddiye aldığım için yazı yazıyorum. Hep aynı kısır döngü içerisinde gezindiğin için, beni de sürekli olarak aynı kısır döngünün içerisine çekmek istiyorsun. Ben, öncelikle tiyatral iktidarı ele geçirmiş alçaklar sürüsüne karşı eleştiri oklarımı kullanıyorum. Sen, illaki bir efendi-köle ilişkisi kurmak istiyorsan, tek başlarına hiçbir boka yaramadıklarını bildikleri için, bir araya gelmek zorunda kalan 1100(?) kişilik alçaklar ordusunun içerisindeki insanlarda ara efendi-köle ilişkisini. Bir sosyalist, ancak ve ancak, sadece ve sadece işçi sınıfına karşı sorumludur. Yeri geldiğinde ve gereksinme duyduğumda, herkesi eleştirme hakkına sahip olduğum gibi, Coşkun Büktel'i de eleştirebilirim. Ancak, bu konuda, bana hesap soracak en son kişi sensin. Çünkü sen, LİNÇ KAMPANYASI ana sponsorusun. Çünkü sen, iftiracı Özdemir Nutku'nun kankasısın. Çünkü sen, iftiracı, yalancı ve en önemlisi "Devlet Tiyatroları'nın Aşil Topuğu"sun... Yaptığın sözde eleştirlerde kaynak göstersen, çok sevineceğim. Gerçi senin gibi biralçaktan belge, delil, ispat, kanıt, kaynak beklemek, ölüden öpücük beklemeye benzer!!!"
Evet, kışkırtmaya çalıştım, bir an olsun, durup düşünsün istedim ama olmadı… Bulunmaz yukarıdaki ilgisiz yanıtı yazarak zaman harcama yerine son iki yılı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirseydi, Büktel-Bulunmaz ilişkisinde "Aşil topuğun" kim olduğunu daha rahat görebilirdi, ama bunu denemedi bile. Oysa ben sorgulaması için kışkırtmaya çalışmıştım. Sorgulamadan inanmayı tercih etti, bazı davranışları ise ya hiç anlamadı ya da hoşuna gittiği için “nedeni”ni kurcalamadı. Burada neyi anlatmak istiyorum? Şunu:

"İşçinin, uykusundan, rahatından hatta hayatından her gün zerre zerre çalarak gayri meşru servet yığanlara karşı gayet meşru ve son derece hukukî olarak greve giden bir işçi nasıl anarşist veya mikrop olabilir?" Hüseyin Hilmi, KAYNAK: Vikipedi"

Bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü? Bu sorunun yanıtını bulmak için Bulunmaz, Büktel’in neden böyle bir alıntı yaptığını, hem de iki “Arka Sokaklar” reyting açıklamasının arasında? Özellikle zamanlamanın ne anlam ifade ettiğini kendine sormalıydı. Yanıtını bulur bulamaz, bulduğu yanıt benimkiyle örtüşür örtüşmez, bilemem, önemli de değil. Ama mutlaka bu “eniştem” sorusunu sorabilmeliydi kendine…

Bir tarafta kendini sosyalist olarak tanımlayan (hataları, yanlışlarıyla da olsa) ve olabildiğince kendi içinde tutarlı biri; Bulunmaz… diğer tarafta hayatı boyunca bir oyun yazmış, yazdıktan sonra kendini var edebilmek için, Nazlı Ilıcak, Ahmet Levendoğlu, Cihan Ünal, Seçkin Selvi ve daha onlarca insana metnini okutup görüş alan, her cenahla iyi geçinmeye çalışan bir Büktel vardı ortada. Çok iyi bir oyun yazdığına inanıyordu, herkesin de inanmasını istedi, karşı çıkanları, taa o günlerden başlayarak karalamaya çalıştı, yıldırdı, bezdirdi. Tıpkı, Tayyip Erdoğan gibi kendinden mazlum yarattı, neredeyse bir tarihi tersine çevirdi. Metni, kitap olarak yayınlamayı kabul etmemize rağmen, 5.000 gibi akıl dışı bir tiraj talep etti, yetmedi “hırsızlıkla” suçladı.

Işıklar içinde yatsın Ali Taygun, Theope’yi sahneledi, hayatından bezdirdi Taygun’u. ‘Yönetmen tiyatrosuna inanmam’, dedi, yönetmenin neredeyse kendi direktifleriyle hareket eden biri olmasını istedi, Devlet Tiyatroları’na girmeye çalıştı ama yönetmen kadrosundan, olmayınca DT’ye saldırdı, oyununu Edebi Kurul’da kabul eden Özdemir Nutku’yu yerden yere vurdu. Ortaya saçılan videoyu da doğru okumadı, okunmasını da istemedi… Sözcüklerle oynayıp saldırdı. (Burada küfretmeden önce, sakin sakin izlemek gerek videoyu.) Oyunu engelleyecek adam, neden kabul etsin, orada insanların Büktel’den sıkılmış, bunalmış olduklarını göz ardı ederek bakarsanız, yanılırsınız. Kaldı ki o toplantı repertuvar toplantısı değil, koordinasyon toplantısı, orada ne oyun seçilir ne de oyun reddedilir, bunu Coşkun bilir ama bilmemezlikten gelir. Şahin Ergüney çok istiyorsa bir yönetmen bulur, onun önerisi olarak iletir, repertuvara alınmasına çalışabilirdi, zaten bu noktada ortada ne Özdemir Nutku vardır ne de Kurul’daki diğer üyeler, bugüne kadar bir yönetmen, bir bölge müdürü talepte bulunmuş da reddeden bir mi var?

Şunu da göz ardı etmeyelim. Önceden ortada video yoktu ve insanların tanık olmadığı bir davaya taraf olması isteniyordu. Neyse ki bir yılı geçti video da yayınlandı ve bir hayli kişi izledi. Oradaki vurguya, kelimelere, cümlelere gözüyle, kulağıyla tanıklık etti. Peki, video ortaya çıktıktan ve yayınlandıktan sonra Büktel’e hak veren kişi sayısında bir artış oldu mu? Hadi benim için “tiyatro çevrelerinden çıkar sağlıyorsun” diyorsun, hadi beriki onun öğrencisi, diğeri Devlet Tiyatroları’na iş yapıyor ama bu tiyatro dünyasında yüzlerce de Özdemir Nutku ile hiç tanışmamış, hayatının sonuna dek de tanışmayacak, hiçbir devlet kuruluşunda çalışmamış, çalışmayacak, ilan, reklam ya da maaş ilişkisi olmayacak yüzlerce tiyatrocu var, yüzlerce özgür düşünen genç tiyatro sevdalısı var, bizim kampanyamıza katılan yani bizim etkimizde dediğin 1100 kişi var ise, bu 1100 kişinin dışında daha herhalde birkaç 1100 kişi daha vardır. Kaç kişi Büktel’e “haklısın” deyip yarattığı mağdur adamın peşinden gitti? Onun 10 yıla varan zamandır bulduğu her mecrada (Radyo-TV-İnternet siteleri-Dergiler ve yazdığı kitaplarla.) bu konuyu sürekli gündeme getirmesine rağmen, kaç kişi hak verdi? Herkes mi aptal, herkes mi mağdura bir tekme de biz atalım diyenlerden? Herkes mi yanlış, sadece 4-5 kişi doğru? Peki, siz, “Acaba yanılan biz miyiz, acaba biz mi yanlış yaklaşıyoruz?” diye düşünmeyi denediniz mi? Bir taraftakinin profesör (statü sahibi olması) diğerinin düz yazar olması ihtimaliyle, önyargılı davranmış olabilir misiniz? Acaba mağdur gerçek bir mağdur mu? Kaldı ki, “Theope”yi Edebi Kurul Başkanı olduğu dönemde kabul eden Sayın Nutku, “,Theope”nin sahnelenmesine neden karşı çıksın? Ne gibi menfaat ilişkisi olabilir?

Theope’yi tartışmıyorum. Gerçekten müthiş güzel bir eser olabilir. Ama sonuçta rejisini beğenir ya da beğenmez Şehir tiyatroları sahneledi.

Öğrendiğimize göre bir ara Can Gürzap niyetlenmiş “Theope”yi sahnelemeye, ama yine anlıyoruz ki Büktel’in dayatmalarından dolayı vazgeçmiş.

Bir yazısında Kemal Başar, Theope’yi metin olarak destekledi, yönetmek istediğini söyledi, dediğine pişman edildi Büktel tarafından.

Burada önemli olan konu şu: Büktel, yönetmen tiyatrosuna karşı olabilir, eğer art niyetli değilse yönetmen tiyatrosuna inanan ve kendini yönetmen, sahne üstündeki oyunun da “yönetme”nin eseri olduğuna inanan birine bu oyunu götürmezsin, kendi ararsa da “sağol” der geçersin.

Yani kimse “Theope”yi karalamıyor, sansürlemiyor, yok saymıyor… herkes Büktel’in kendinden menkul diretmelerinden bıkmış, bıkamaz mı? Mecbur mu insanlar Büktel gibi düşünmeye? Hem yönetmen olarak adını verecek hem de hiçbir müdahalede bulunamayacak, yorumlayamayacak? Var mı böyle bir gerçeklik. Shakespeare böyle bir dirençte bulunsaydı bunca yıldır iyisiyle,-kötüsüyle, doğrusuyla-yanlışıyla birbirinden farklı yorumlar olabilir miydi? Tiyatro durağan, sığ bir sanat değil ki? Hangi dönemde, hangi ülkede yazar, yönetmenin üstünde yazıldı.

Yani acaba mağdur olmanın arkasına sığınıp mutlu olan Büktel’in mağdurluğu kendi seçimi gibi durmuyor mu?

Büktel bunca zamandır mağduru oynadı, kim mağdur etmiş Büktel’i sakin sakin anlatabilir mi Bulunmaz? Önce kendine, sonra bize?

- Kitabını 5.000 adet basmadığımız için, biz mi mağdur ettik, sansürledik?
- Kendi yorumunu sahneye taşıyan Ali Taygun mu mağdur etti, sansürledi? O, sahnedeki “Theope” Ali Taygun’un “Theope”siydi. Yazar; “katılmıyorum, kötü yorumlamış, anlamamış”, der geçer, sonra yazara göre daha iyi anlayacak biri çıkar, daha iyi yorumlar.
- “Theope”yi, DT’de sahnelemek isteyen Can Gürzap mı mağdur etti, sansürledi?
- “Theope” iyi bir metin, ben sahnelemek isterim diyen Kemal Başar mı mağdur etti, sansürledi? - “Ölüleri Gömün” ile ilgili olarak “Skandal” yazılarıyla ortalığı ayağa kaldırmaya çalıştı. Daha önce de yazdım, repertuvara alınmasını isteyen Lemi Bilgin’di, o mu engelledi, sansürledi? O gün engelledi de bugün mü engelleyemedi? Dünya kendi etrafında döndüğü için o dönemi hiç dikkate almadan saldırdı Büktel •O dönem: Mine Acar’ın ayrıldığı yeni yönetimin göreve geldiği günlerdi, bütçenin olanaksızlıklar dayattığı bir dönemdi. Kimsenin Büktel’le, “Ölüleri Gümün” çevirisiyle uğraşacakları bir dönem değildi.

“Ölüleri Gömün” çevirisi Şakir Gürzumar rejisiyle sahnelendi daha ilk gösterimden sonra: “Siz siz olun... (‘Ölüleri Gömün’ü çok yanlış nedenlerle sevdiği anlaşılan) yönetmen Şakir Gürzumar'ın bilmenize gerek olmadığına karar verip budadığı repliklerin önemsiz, gereksiz ya da ‘budanası’ olduğuna inanmaktansa, asıl Gürzumar rejisinin önemsiz, gereksiz ve ciddiye alınmayası olduğuna inanın!
Ve 'dramatik olanın' kokusunu almaktaki yetersizliğine rağmen Gürzumar'ı en iyi yönetmen saymak zorunda kaldığımız üçüncü dünyanın bu mutena bölgesinde, ‘Ölüleri Gömün’ü seyretmekten çok ‘okumaya öncelik tanıyın!’ COŞKUN BÜKTEL"
Pişman edecek! Başka çaresi yok! İzler izlemez bu yargıya varıp karalamakla ne anlatmak istiyor Büktel? (Yukarıdaki değerlendirmesini belki de izlemeden yapmış, sahnelenmesini bekliyordu, emin değilim.) Benim çevirdiğim bir oyunda herhangi bir replik atılamaz, atarsan böyle yaparım. Peki Büktel, Gürzumar’ın Yönetmen Tiyatrosu’na inanan, her sahnelediği esere kendi yorumunu katan, imzasını atan bir yönetmen olduğunu bilmiyor muydu? Bal gibi biliyordu… İlkeli bir insanın yapması gereken izin vermemekti, verdiyse de yönetmenin yorumuna saygı duymasıydı. Eleştirilerini tabii ki yapabilir ama illaki insanları aşağılamak (Ve ‘dramatik olanın’ kokusunu almaktaki yetersizliğine rağmen Gürzumar'ı en iyi yönetmen saymak zorunda kaldığımız üçüncü dünyanın bu mutena bölgesinde,) zorunda, tanımlamak, sınıflandırmak zorunda hissetmemeli kendisini, eleştiri başka, sıfat takmak, sınıflandırmak başka şeylerdir...

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama gerek yok. Şunu hatırlatarak bitireyim. Yıllar önce Kerem Kurdoğlu’nun, muhalif bir sese, Coşkun’a dergide köşe verelim önerisi… benim kabul etmem, Orhan’ın (Alkaya) ise, “Coşkun’un Theope’si dışındaki bir muhalefetini gösterin, ben de kabul ediyorum.” demesinden sonra Kerem’in önerisini, benim de kabulümü geri almamla biten süreç.

Kim kimin Aşil Topuğu

Bulunmaz’ın başta DT olmak üzere, tüm devlet kurumlarına, devlet kurumlarıyla ilişki içinde olan kişi ve kuruluşlara karşı amansız bir mücadele verdiği süreçte, çevirilerini, tek oyununu bu kurumlarda oynatmak için olmadık mücadele veren, diziler yazan, İş Bankası gibi Bulunmaz’ın toptan karşı olduğu kurumlarda kitabını yayımlatmak için olmadık kavgalar veren, azıcık para kazandığında, Bulunmaz hatırlar, ‘oğlumun jakuzili evinde kalacağım bir süre’ diyerek hava atabilen Büktel mi Bulunmaz’ın "Aşil topuğu", yoksa Bulunmaz mı, Büktel’in “Aşil topuğu”?

Başından beri, Büktel’in yazılı bir yayın bulduğu anda, gözünü kırpmadan, en yakın arkadaşını harcamasını dikkate getirmeye çalıştım, Bulunmaz’ın ise mahcup bir tavır takınarak, günlerdir onlarca sayfa yazmansına rağmen, yukarıda sorduğum soruyu aklına bile getirmemesine hayıflandım. Bir burjuva özentisi, o özendiği yapının içinde yer almak için her şeyi yapan ama yer alamadığı için muhalifmiş gibi görünüp, bir sosyalisti kullanması, evet kullanması ve tarihe kalacak bir belge niteliğindeki yazılı bir mecra bulduğu ilk anda da "gayri insani", "Aşil topuğum" olarak lanse etmek için bir an bile tereddüt etmemesi karşısında Büktel gerçeğini bir kez daha gözlere sokmak istedim, evet Bulunmaz’ı kışkırtmak istedim, kendinin Büktel fenomeni karşısında ya da yanında nasıl bir pozisyonda kaldığını görmesi için. Evet, kışkırtmak istedim, Fox TV’deki yazımına katkıda bulunduğu alelade bir dizinin reyting’leriyle nasıl da mutlu olduğunu görmesi için kışkırtmak istedim. Evet, kışkırtmak istedim, "Aşil topuğum" diye, "insanlık dışı" diye aşağılamaya, tanımlamaya kalktığı Bulunmaz’ın egosunu okşamak için durup dururken Hüseyin Hilmi’den bir alıntı yayımlamasının anlamını Bulunmaz sorgulasın diye kışkırtmak istedim.

***

Bu yazıyla bitireyim istiyorum, onun için bir iki noktayı daha dikkate getireyim.

Büktel, Bulunmaz’a "Aşil topuğum olma dedim" dediğini açıkladı. Bulunmaz, Büktel’e “Pardon, sen ne diyorsun, kime diyorsun?” diyeceğine, döndü bana “Devlet Tiyatrosu’nun Aşil topuğu” dedi. Haydaaa…

1. Biz batsak, DT’ye ne?
2. Biz çıksak, DT’ye ne?
3. Neden Yeni Tiyatro Dergisi “DT’nin Aşil topuğu”, değil de Tiyatro… Tiyatro?..
4. Neden Sahne Dergisi “DT’nin Aşil topuğu”, değil de Tiyatro… Tiyatro?..
5. Neden, İBBŞT’nin Aşil topuğu değiliz de DT’nin Aşil topuğuyuz?..
6. Neden, İzmit Ş.T.’nin Aşil topuğu değiliz de DT’nin Aşil topuğuyuz?..
7. Neden, Akbank Sanat’ın Aşil topuğu değiliz de DT’nin Aşil topuğuyuz?..
8. Neden, diğer reklam aldıklarımızın Aşil topuğu değiliz de DT’nin Aşil topuğuyuz?..
9. Yaşadığımız dünya da, kapitalist üretim ilişkileri içinde olduğumuz dünyada neden bizim reklam almamız ayıp, suç da, Büktel’in dizi yazması suç değil, Yeni Tiyatro Dergisi’nin reklam alması suç değil de neden bizim reklam almamız suç, Bulunmaz’ın Alman firmasıyla ortaklık kurması suç değil, elmas kalemleri ticareti yapması suç değil de neden bizim onlarca kuruluştan reklam almamız suç? Neden?
10. Neden, Boyut Yayın Grubu tarafından dağıtılan, D&R’lar başta olmak üzere 350 dağıtım noktasında bulunan Tiyatro… Tiyatro… değil de Yeni Tiyatro “Yaygın” olabiliyor? “Saygın”ı katmıyorum, sübjektif bir görüştür, saygı duyarım, ama diğeri objektif.

Bu soruları da artırmak tabii ki mümkün, ama gerek yok, bu soruların yanıtını Bulunmaz kendisine versin, "Evet, ben doğru saptamalar yapıyorum, nesnel davranıyorum, duygularımla görüşlerimi birbirine karıştırmıyorum." diyorsa sorun yok. Okurları da kendisine inanıyor, bu soruları sormuyordur.

"Aşil topuğu" meselesi artık beni ilgilendirmiyor, kim kimi "Aşil topuğu" olarak görüyorsa, görsün. Birbirlerine kıyamayan arkadaşlar "D.T.’nin Aşil topuğu" olarak sıfat takıp, bana yamayıp sıyrılacaklarını düşünüyorlarsa da canları sağ olsun.

Önemli olan Yeni Tiyatro Dergisi okurlarının ne düşündüğü, nasıl algıladığı… Onların aklında Büktel’in saptamaları var.


Güncelleme notu:
Okurlardan ve Bulunmaz’dan özür diliyorum… Ben hiçbir zaman Bulunmaz, “Büktel’in Aşil topuğudur” demememe rağmen, Büktel’in aşağıdaki açıklamalarını yanlış anladığım için özür diliyorum. Aslında tam tersini düşünmeme rağmen, Bulunmaz’ın, “Büktel’in Aşil topuğu” dediğimi sandığı, öyle algıladığı için özür diliyorum, iki arkadaş arasına girdiğim, Bulunmaz’la Büktel’i zor durumda bıraktığım için özür diliyorum. Büktel, Bulunmaz’a "Lütfen benim Aşil topuğum olma", "İsterse de Aşil topuğum olur." dememiş. Yeni Tiyatro Dergisi okurlarına da buradan düzeltme yapıyorum, benim gibi yanlış algılamasınlar. Haa burada bir detay var: "olma" demiş, "olur" demiş, vay be bu detayı kaçırmışım. İki yıl önce söylemiş hâlâ söylüyor ama ben yine yanlış yapıp, üst cümleyle birlikte okumuşum: "…bu senin aleyhine ve dolayısıyla benim aleyhime çok kullanılabilecek bir şey’ dedim. 'Lütfen benim Aşil topuğum olma'", dedim, ben bu cümlede demiş gibi anlamışım, dememiş ki!

Bulunmaz, ben senin Büktel’in Aşil topuğu olduğunu söylemedim, Büktel öyle demiş sandım, yanılmışım, senin kabulün daha gerçek, daha doğru, ben tahrif etmişim hatta uydurmuşum…

"Hilmi hakkında doğru olan, gerçekten gayri insani saydığım benim de, Hilmi'ye de söyledim, yazdım da bunları, "ben Lale Oraloğlu'nu severdim" filan dedim, niye dedim yani, "insanların arkasından konuşmak zaten gayri insani, bu yüzden bir kere karşıyım, bu senin aleyhine ve dolayısıyla benim aleyhime çok kullanılabilecek bir şey" dedim. "Lütfen benim Aşil topuğum olma", dedim. Evet, özetle bu şeyi aynen söylemiştim. "Lütfen benim Aşil topuğum olma", demiştim. Ama bundan öteye bir şey söyleyemem, elli beş yaşında adam, ne isterse onu söyler, ne isterse onu yazar. İsterse de Aşil topuğum olur. (Ç.B., Yeni Tiyatro Dergisi)
“Hemen biz bu konuya müdahale edelim: Hilmi Bulunmaz, Coşkun Büktel'in "Aşil Topuğu" olmadı, olmuyor ve asla olmayacak. Hiç kimse heveslenmesin. Birinin, birilerinin, bana bir sıfat takması pek önemli değil. Önemli olan, benim o sıfatı kabul etmem ve/ya toplumun bu sıfatı bana yakıştırması. Herhangi bir sıfatın toplum tarafından benimsenmesi için, öncelikle, o sıfatı yakıştıran kişinin dürüst, gerçekçi, insancıl, halktan yana biri olması gerekir. (Burada da muhtemelen yanlış algılamam var, onun için hiç yorum yapmayayım, öğrendik ki bu sıfatı yakıştıran kişi Büktel değilmiş. M.D.) Yalancı, sahtekâr, insanlıktan nasibini almamış, halka karşıt birinin, herhangi bir sıfatı "piyasa sürmesi" (Bu galiba ben oluyorum, “piyasaya süren”, doğru olabilir ama “piyasaya sürmek” için ortada bir ürün olması gerekmiyor mu? M.D.) olanaksızdır. Asla tutmaz...” (H.B.)

“Yineliyorum; benim "Aşil Topuğu" olabilmem için, ya ben bu sıfatı kabul etmem ve/ya Türkiye tiyatrosundaki LİNÇÇİ alçaklardan değil de, nesnel anlamda sözü dinlenen birçok kişiden icazet alman gerekir Pinokyo'cuğum. Ha, onlardan aldığın icazet sonrası, ben, senin yakıştırdığın sıfata (Vallahi bunu ben yakıştırmadım, tam tersini düşünüyorum, Yeni Tiyatro Dergisi’ndeki Büktel’in tanımlamalarını yanlış anlamışım, affedersin, belki de Büktel “Demirkanlı’ya D.T.’nin Aşil topuğu olma demek istemiştir, editörler yanlış anlamıştır. M.D.) boyun eğersem ne âla; boyun eğmeyip, LİNÇ Kampanyası sürecinde verdiğim mücadele gibi bir mücadele verirsem, sen yine avucunu yada bir başka yerini yalayıp durursun! Nasıl olsa, senin miden her şeyi kaldırır!!!” (H.B)

“Ben, sadece Aşıl Topuğu olmayı değil, beni "Coşkun Büktel, Yeni Tiyatro Dergisi’ne verdiği söyleşide Hilmi Bulunmaz’ı kendisinin Aşil topuğu olmakla itham etti." sözleriyle, benim Aşıl Topuğu olduğumu iddia edebilecek kadar alçalan bir insanın sözlerini asla kabul etmem. Demirkanlı'nın tümce içerisinde kullandığı "itham etmek" sözü Osmanlıca'dır ve sözlük karşılığı "suçlamak"tır.” (H.B.) (Pardon, yanıldığımı yukarıda da belirtmiştim, Büktel seni itham etmedi, ben uydurdum. Yazdıklarımın hepsi yalan (!) Büktel senin için hiçbir şey demedi, onlar benim halüsinasyonlarım. M.D.)
("Lütfen benim Aşil topuğum olma"
, demiştim. Ama bundan öteye bir şey söyleyemem -Daha ne desin, daha açık nasıl yazılır. M.D.- , elli beş yaşında adam, ne isterse onu söyler, ne isterse onu yazar. İsterse de Aşil topuğum olur. -Bu cümlenin daha açık, anlaşılır hatta benim bile anlayacağım versiyonunu da yazar mı Büktel? Ben yanlış anlıyorum ya- M.D.) (C.B., Yeni Tiyatro Dergisi)

Varsayalım ki, biri beni "Aşil Topuğu" olmakla "itham etti" (Hâlâ varsayıyoruz, alıntıyı bir de buraya yapıştıralım: "Lütfen benim Aşil topuğum olma", demiştim. Ama bundan öteye bir şey söyleyemem, elli beş yaşında adam, ne isterse onu söyler, ne isterse onu yazar. İsterse de Aşil topuğum olur. (C.B., Yeni Tiyatro Dergisi), o kişinin ithamı, benim Aşıl Topğu olduğum anlamına mı gelir?” (H.B.) (Ben nerden bileyim Bulunmaz, ona sen karar vereceksin ya kabul edip susacaksın ya konuyla alakasız sayfalar yazıp hiç değinmeyeceksin ya da Büktel’in deyimiyle “açıkça, mertçe, Türkçe” yazacaksın ki ne dediğini herkes anlasın, sen bana hakaretlerini bir başka başlık altında da yapabilirsin, yeni sıfatlar takarsın herkes hemen kabul eder, onu geç, sadede gel de ne dediğin anlaşılsın, “varsayalım”, “varsaymayalım” paşa gönlün ne istiyorsa öyle “say”, bize ne!)
"ben, hiçbir bireyin "Aşil Topuğu" olmam. Bana biri, Pinokyo Demirkanlı'nın çarpıttığı örnekde görüldüğü gibi, (Çarpıttığım örneğe bakalım: "Lütfen benim Aşil topuğum olma", demiştim. Ama bundan öteye bir şey söyleyemem, elli beş yaşında adam, ne isterse onu söyler, ne isterse onu yazar. İsterse de Aşil topuğum olur.” (C.B., Yeni Tiyatro Dergisi) varsayalım ki (Hâlâ Varsaymak, inanamıyor, gerçekten inanamıyorum! Sanırım, bence yoksayman daha “gerçekçi” olur, hiç uğraşma, dünya’nın 95 ülkesinden de izlenen bloğunu okurlarına mahrum etme, kuyudaki taşı çıkartmak için de bu kadar çaba gösterme, değmez. M.D.) Coşkun Büktel, "Aşil Topuğum" derse, (Der gibi mi yaptı, yoksa dedi mi bilemedik galiba, ama kimse bana inanmasın, aslında dememiştir, ben öyle sanıyorumdur! Bulunmaz nasıl algılıyorsa “gerçek” odur. Zaten denen ya da denmeyen ama benim denmiş gibi algıladığım “gayri insani, “Aşil topuğu” tanımlamalarına Hilmi’yi kimse inandıramaz, benim de niyetim o değil. O “gerçekçi”, ben se; say sayabildiğin kadar, üret üretebildiğin kadar sıfat. Biri birine “Aşil topuğum olma” dedi, biri yanıt vereyim derken beni D.T.’nin Aşil topuğu yapıp rahatladı. İyi ki bu kadar gerçekçi değilim.M.D.) ben bunu asla kabul etmem.” (H.B.) (Etme, kabul et diyen mi oldu? Sen git bunları Yeni Tiyatro Dergisi okurlarına anlat, onlar hâlâ Büktel’in söylediklerini gerçek sanıyor. M.D.)
Şimdi fark ettim, şu cümleyi bile yanlış okumuşum, Büktel: "Hilmi hakkında doğru olan, gerçekten gayri insani saydığım" dememiş, ben uydurmuşum, Büktel: "Hilmi hakkında doğru olmayan, gerçekten gayri insani saymadığım" demiş. Bu terbiyesizliği bile yapmışım, durup dururken Bulunmaz’a bir de "gayri insani" demişim, üstelik Büktel söylüyormuş gibi tahrif etmişim. Ne ayıp…

Not: Bu güncelleme notu, yazarlar bölümündeki format yanlışı nedeniyle, bold ve kullanılan renklerden yoksun olarak yer alacaktır.

Haber Giriş Tarihi: 04 Eylül 2010

(Kaynak: tiyatrodergisi.com.tr)

Bulunmaz Tiyatro oyuncuları, "Devlet Tiyatroları'nın Aşil Topuğu" Mustafa Demirkanlı'nın "Biz çok özgürdük!" kitabın from BTV on Vimeo.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Kentin bütün surlarını beyaza boyadım

Mesut Alptekin
20 Temmuz 2010


Güneş doğduğunda hâlâ siyahtı kentin bütün surları
Gün ışığı kuşattığında akşamdan kalma yıldızları
Ve en ufak bir kum tanesi bile kalmasın diye siyah
Beyaz bir umutla boyadım kentin bütün surlarını

Siyah karanlık demek değildi
Karanlık siyahtan ibaretti
Ve acımasız bir fırça darbesi
O karanlığı surlardan mahrum etti

Bilirim güneş balçıkla sıvanmaz
Gün ışığı kendiliğinden parlamaz
Ve umudun gölgesi vurmadan kentin surlarına
Kentin rengi asla beyaza boyanmaz

26 Haziran 2010 Cumartesi

24 Haziran 2010 Perşembe

beşinci mevsimi onuncu köyde yaşayan adam

bütün mevsimleri yaşadım
dedi adam
önce ilkbaharı
sonra yazı
ardından sonbaharı
ve sonunda kışı yaşadım
dedi adam

adam dedi ki
ilkbaharı yaşarken mutluydum
yazı yaşarken mutlu
sonbaharı yaşarken mutluydum
ve kışı yaşadığım için çok mutlu

şimdi sırada beşinci mevsim
ve onuncu köy var
bu mevsim çok uzun sürecek
belki hiç bitmeyecek
ve bu köy çok büyük
bu köy asla terk edilmeyecek


fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
yirmi dört haziran iki bin on perşembe

9 Haziran 2010 Çarşamba

beyaz renkli bir goncayken üzerine kan damlaması sonucu ağır ağır pembeleşen gülün giderek kırmızılaşacağının acısıyla yazılmış trajik bir şiir örneği

bir gemi kalktı insan renkli limandan
mavi renkli bir gemi
ve deniz boyandı kana

bir düş çürüdü insanın umudunu yakarak
mavi renkli bir düş
ve deniz boyandı kana

şeytan renkli gemiler kalktı ölümcül limanlardan
insan kanına susamış insan kanıyla beslenen gemiler
ve deniz boyandı kana

insanlığın fotoğraf albümüne sinmiş kötücül canavar
ağzında insan renkli kan var
ve deniz boyandı kana

gazetelere sekiz sütun yalan
internete boğuk sesli borazan
ve deniz boyandı kana

düşlerin tılsımından uzak
uyanma zamanında yaşıyor insan
ve deniz boyandı kana


fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
dokuz haziran iki bin on çarşamba

29 Nisan 2010 Perşembe

LİNÇ imzâcısı Ertuğrul Timur'un 1 Mayıs dâveti bile net değil...

1 MAYIS 2010'A DOĞRU

Ertuğrul Timur
aetimur@gmail.com

1977'den 2010'a tam 33 yıl.

(Yukarıdaki tümceyle, aşağıdaki tümceyi soluklanarak okursanız, Timur'un matematik dersi vermeye çalıştığını hemen anlarsınız!)

1977'de doğanlar bugün otuz üç yaşında adam yada kadın.

Ben 14 yaşında henüz ortaokul öğrencisiydim. O gün Taksim'de olmuş ama On dört yaşında birine tanınmış toleransla orantılı olarak sonuna dek kalamadan dönmüştüm.

(Timur, matematikte 13'ten sonra ve 15'ten önce gelen sayıyı, hem rakamla -14- ve hem de yazıyla -On dört- diye yazarak, kendisindeki yazma yeteneksizliğini gizlemeye çalışıyor!)
xxx

Yılını hatırlamıyorum ama 80'lerin sonuydu sanırım. (Mustafa Sarıgül'ün milletvekilliği yaptığı 18. dönem. 14 Aralık 1987 - 20 Ekim 1991 arasıdır)

(Timur, karar verip yazı yazmaya oturmuş, ama kafası o denli dağınık ki, içinde bulunduğu durumun yıllarını bile hatırlamıyor. Hatırlamaya çalışırken de, Mustafa Sarıgül'ün milletvekilliği yaptığı zamanı kerteriz noktası olarak kabul ediyor.)

12 eylül darbesinden sonra ilk defa açıkça 1 Mayıs kutlamasından söz ediliyordu. Bırakın Taksim'i Çağlayan yada Şişli'ye de razıydık ama veren kim? Ancak korsan eylem konularak kutlanabiliyordu.

(Timur, "Çağlayan yada Şişli'ye de razı" olabilir. Tabii ki böyle düşünme hakkına sahip. Ancak, devrimciler, her zaman için Taksim'i zorladılar; Taksimi istediler ve burjuvazi, seve seve olmasa da söke söke burayı devrimcilere teslim etmek zorunda kaldı. Taksim teslim alınana dek nice insanlar biber gazı yedi, nice insanlar işkence tezgâhlarına çekildi. Bunları unutmadık, unutmayacağız!)

Şişlide kutlama fikri en fazla ilgi görendi. Henüz yeniden örgütlü yapılara da kavuşamamıştık.

(Ama örgütlü yapılara kavuşanlar vardı ve Taksim'i burjuvazinin en büyük örgütü olan devlet vermedi; büyük yürekleriyle örgütlü yapılar aldı!)

Gittik..

(Güle güle.)

Ama etrafta polisten başka Bir Mayıs'a dair bir şey yok. İnsana acaba bir tek biz mi geldik dedirtecek bir sıradanlık. Şişli her zamanki gibi. Caddede yürüyenler, banklarda oturanlar, vitrinleri seyredenler. Hayal kırıklığı mı olmuştu? Darbeden sonra "Ulan inadına varız biz" diyemeyecek miydik? Oradaki herhangi birileri gibi vitrinlere bakarak oyalandık biz de .

(Örgütsüz insanın tipik ürkeklik tavrı. Örgütlü insanlar, zâten belli bir iletişimle "oraya" gitmiş olacakları için, "acaba" ürküsüne asla sahip olmazlar. Örgütlü insanlar, 1 Mayıs'ı yada herhangi bir eylemliliği, "inadına" yapmazlar. Onlar, sadece ve sadece işçi sınıfının iktidara yürüdüğü yolda bir yoldaş olmanın tarihsel disipliniyle hareket ederler.)

Sonra birden bir araba geldi. İçinden milletvekili Mustafa Sarıgül ve bazı adamlar indi. Bir anda ne olduysa o vitrinlere bakan, bankta oturmuş gazete okuyan, ileri geri yürüyen insanlar hızla arkasında bir kortej oluşturdu ve adeta Şarlo filmlerindeki hızlı film kareleri gibi hızlı acele bir yürüyüş başladı. Yüzelli, İkiyüz kişi var yada yoktu. Yaşasın 1 mayıs sloganları atarak bu kortej Mustafa Sarıgül'ün arkasında kısa bir tur attı. O kadar kısaydı ki yaya geçidinin bir tarafından çıkılıp diğer tarafından inildi. Bu kısacık anda polisler hızla hareketlendi panzerler canlandı, tepemizde anında patpat sesleriyle bir helikopter peydahlandı kortejin önü kesildi ve sonra o kalabalık yine sıradan kalabalıkların arasına dağıldı kayboldu. İşte bir kaç dakika da olsa darbe sonrasında ilk kitlesel "Bir Mayıs" kutlanmıştı.

(Canım kardeşimTimur, orada ürkek birer tavuk gibi toplanıp, ürkek birer sincap gibi pandomim adımlarıyla yürüyenlerin ağızlarından çıkan "yaşasın 1 mayıs" sloganını, bence yanlış duymuşsun. Onların ağızlarından çıkan gerçek slogan şuydu: "Yaşasın Mustafa Sarıgül ve Sarıgül'ün bize iş ve/ya avanta sağlama ihtimâli!" Ürkek birer tavuk gibi toplanıp, ürkek birer sincap gibi yürüyenler, tarihin işçi sınıfı lehine işlemesi için yoldaşlık yapmazlar; onlar, burjuva politikacıların kapitalizmi ilelebet muhafaza ve müdafaa etmesi için birer figüran olarak hareket ederler.)

xxx

Kaç yıl geçmişti günlük tutmadığım ve not etmediğim için bunun da yılını hatırlamıyorum ama biraz daha yıllar geçmiş ve artık darbe sonrasının ilk yasal Bir Mayıs'ı Çağlayan'da yapılacaktı. Bu kez korsan değil sendika pankartları açık resmi izinli bir kutlamaydı. Katılım mı? Beşyüz, altıyüz hadi bilemedin bin kişi de. Öyle ki cadde trafiğe bile kapatılmamış otobüsler çalışıyordu. Sonuç mu? Resmi izinli olmasına ve öyle çok büyük bir taşkınlık olmamasına karşın polis saldırısı, yerlerde sürüklenen gençler, suratlarına tekme atılanlar, ve kaçışan otobüslere binip kurtulmaya çalışanlar...

(Bir eylemin, hele bu eylem önemli bir toplumsal bir eylemse, tarihini anımsamamak, o eyleme verilen önemin kanıtıdır. Zaman ve uzam kavramına bu denli uzak bir kişinin, bir tiyatro sitesi hazırlaması, inanın beni çok üzüyor. Tarih bilincinden yoksun böyle bir kişi, olsa olsa bir  olur ve bir LİNÇ KAMPANYASI düzenler. Türkiye tiyatrosunun çürümesini engellemek için gerçekçi yazılar yazan Coşkun Büktel'le, yine bu tiyatronun işçi sınıfı lehine gelişmesi için ömrünü yatıran sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için başlatılan LİNÇ KAMPANYASININ "1 No'lu sanığı" Timur, yine üfürüyor; yine sallıyor; yine desteksiz atıyor!)

xxx

Sonra başka Bir mayıs'lar geldi. Kiminde polis tarafından milletvekilleri dahi dövüldü, kiminde çiçekleri tekmeleyen, camları kıran bir kaç kişiyi kaydedip defalarca TV ekranlarında karşı propaganda malzemesi olarak kullandılar, kiminde sendikaların yasal kutlamaları, kiminde ara sokaklardan Taksim'i zorlayan gruplar. Ben kiminde Eğitim-Sen'li, kiminde TGS'li, kiminde ÖDP'li, kiminde farklı pankartlar arkasında kiminde bireysel oldum, katılamadıklarımda oldu.

Düşünüyorum da 77 (1977 yılı) ve sonrasında doğanlar bir yana ben bile emekliliğine sadece 2,5 yıl kalmış bir işçi olarak tüm işçilik yaşamında ağız tadında bir İşçi bayramı (Bayramı) kutlayamamışım.

TAKSİM İZNİ

Geçen yıl her şeye rağmen Taksim denildi ve her tür baskıya rağmen başarıldı. Taksim kazanıldı. Bu yıl da resmi olarak Taksim kutlamaya açıldı. Bu geçen yıllardaki zorlamanın kazanımı mı yoksa son dönemlerde "sendikalara rağmen" gelişen işçi hareketleri nedeniyle mevcut sendikalara prestij kazandırma amaçlı bir vitrin çabası mıydı tartışılıyor.

Türkiye'de sendikalılık sevilmez ve sendikalı olmaya karşı yeterince caydırıcılık vardır. Ama son kertede kontrolsüz yada kontrolden çıkan güç yerine elbette kontrollü olan, güdümlü ve yasalarla kısıtlanmış sendikaların kontrolü altındaki yapılanmalar tercih nedenidir. Eğer bu yıl da sendikalar kitlesel eylemlerini farklı alanlarda kutlamaya hazırlanırken sol ve bağımsız güçler Taksim'de varlığını gösterirse bu sendikaların prestij kaybını daha da artıracaktı. Geçen yıl onca önleme rağmen başarılmış bir Taksim eylemliliği söz konusuydu ve bu yıl daha da özgüvenle , kararlılıkla Taksim'in zorlanacağı açıktı.

Kaldı ki hükümetin demokratikleşme paketinin gündemde olduğu bir dönemde yapılan polisiye baskılar da dönüp hükümeti vuruyor, bu durumda Taksim'i teslim etmekten gayri bir pratik ve akılcı çözüm görünmüyordu.

Bu yıl Taksim'in 1 Mayıs'a açılması üzerine görüşler çeşitlenebilir. Bunu hükümetin iyi niyetine bağlayanlar da olabilir daha onlarca sebeplere dayandırılmış onlarca düşünce de dile getirilebilir. Nedenlere dayandırılsa da tümü soyut , kişisel düşüncelerdir ve katılırsınız yada katılmazsınız benim kafamda güçlenen çıkarım budur.

Derleyebildiğim 2009, 2010 yılı işçi eylemliliklerinden bazıları :

- Tersanelerde yaşanan ölümlere karşı bağımsız Limter-İş ve örgüt destekli karşı duruşlar sergilendi

- Yörsan Eylemi uzun süre gündemi kapladı ve işçi eylemi tüketici boykotlarıyla kitleselleşti

- Tezcan Galvaniz’de işten atılmalara karşı 400 işçinin polis barikatlarını fiilen aşarak ve D-100 karayolunu kapatarak şehir merkezine kilometrelerce yürümeleri

- Renault, Bosch, Türk Philips ve Asil Çelik’te üretime ara verilmesi ve ücretsiz izinlere karşı işçilerin yaptığı protesto yürüyüşleri

- Sifaş, Nergis Tekstil, Ünsa Ambalaj, Gürsaş, Koluman-Kogel, Lgs-Sky gibi birçok fabrikada işten atılmalara karşı ve sendikalaşma mücadelesi nedeniyle ortaya çıkan fabrika direnişleri

- DESA, Unilever, IBM gibi uzun süre devam eden işçi eylemleri ve direnişler

- Vira ve Kürşat adlı taşeron firmalarda çalışan işçiler, sözleşmelerinin yenilenmesi ve kadrolu çalışma talepleriyle direniş ve açlık grevi

- TORGEM Tersanesi işçilerinin üç aylık ücretlerini alamamaları üzerine başlattıkları eylem

- Sinter işçilerinin 36 saat süren fabrika işgali

- DESA Deri, Kurtiş Matbaası, Entes Elektronik, Grammer, Asil Çelik, Asemat, Şirin Tekstil, direnişleri

- Yozgat ve Çorum Şeker Fabrikalarının (Fabrikaları'nın / fabrikalarının) özelleştirilmesine karşı şeker işçileri direnişi. Arap asıllı Savola firmasının yetkilileri 6 Kasım günü şeker işçileri direnişi karşısında duramayıp kaçtılar

- Çemen Tekstil, Diyarbakır tuğla işçileri, Ümraniye OSB’de, Sinter’de, Beylikdüzü Sanica’da, Esenyurt Belediyesi’nde, Marmaray’da ve Samatya Hastanesi’nde işçi eylemleri, kazanımları

- TEKEL işçilerinin direnişi döneme damgasını vurdu. 40’ı aşkın işyerinin kapatılmasına ve özlük haklarının gaspına karşı mücadele eden TEKEL işçileri yerellerde başlayan eylemlerini Ankara’ya taşıdılar. Ankara’yı mesken tutan TEKEL işçileri ülkenin genelini etkileyecek bir dinamizmi (dinamizm) yarattı.

NİHAYET SİVİL VE ŞÜKÜR Kİ SINIFSAL MUHALEFET

AKP karşıtlığını generallerde, darbecilerde, Ergenekoncularda (Ergenekoncular'da), CHP-MHP Faşist koalisyon beklentilerinde görüp, halkımızı kırk katırla kırk satır arasına kilitlemeye çalışanlara inat havanın yeniden işçi sınıfından yana esmeye başlaması, yeniden tek alternatifin sınıfsal mücadeleden geçtiğinin görülmeye başlaması, bazı kitlesel sol partilerin son yıllarda düştüğü marjinal, küçük burjuva muhaliflikleri yada liberal çizgilerden sıyrılıp yeniden emek, emekçi söylemlerini hatırlamaya başlamaları umut vericidir.

Bu nedenle de elbette Taksim önemlidir, Elbette 1 Mayıs önemlidir. Ama bundan da önemlisi sınıf dayanışmasının, sınıfsal mücadelenin ve sınıfsal muhalefetin her gün her alanda öne çıkarılıp yükseltilmesi olsa gerek. Tekel çadırında AKP kararına direnen başörtülü emekçileri gördük. Onlar sorunun başörtüleri yada inançları değil yönetenle yönetilenler, sömürenle sömürülenler sorunu olduğunu yaşayarak gördüler. Bu tüm ülkede ve emekçi, köylü, dar gelirli kesimde görülmeye başlanmıştır ve AKP inanç tacirliğiyle beslendiği varoşlardan, emekçi kesimlerden oy kaybetmeye başlamıştır. Şimdi sola düşen görev bu kopuş ve arayışları doğru alanlara kanalize etmede öncü rolü başarabilmesidir.

BİR TESPİT

İşe gitmek için bazı günler çevre yolu Mecidiyeköy üzerinden bazen Unkapanı-Taksim-Şişli üzerinden bir hayli yol kat ederim. Her ikisi de yaklaşık 15'er kilometredir. Geçen hafta sonu bir gün Sefaköy tarafında diğer bir gün Eyüp, Alibeyköy, Hasdal tarafında bulundum ve bu güzergahları da geçtim. Yani İstanbul'un tamamını değilse de bir hayli yolunu, semtini kat ettim.

Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmem ama 1 Mayıs kutlamalarına sadece 2 gün kaldı ve İstanbul duvarlarında insanları 1 Mayısa (Mayıs'a) çağıran afiş, pankart adeta hiç yok...

Neredeyse diyebilirim ki darbe dönemleri hariç afiş, pankart, çağrı yönünden en sönük 1 Mayıs öncesi (öncesini) yaşıyoruz. Hatta her şeye hergün bir çok (birçok) çağrı grubu kurulurken internette dahi 1 Mayıs coşkusu, çağrısı yok denecek kadar az.

Sendikalar, dernekler, örgütler Taksim'e çıkacak olmanın hazzıyla sadece o güne ve o gün yapacaklarına mı kilitlendiler acaba? Umuyorum ki halka dönük sokak çağrılarının azlığına karşın üyelerine yönelik katılım çabaları olmuş olsun ve Taksim'e yıllar sonra geniş bir katılım mümkün olabilsin. (Dünkü Evrensel'e bakarsak Sendika ve STK'lar geniş katılım için çabalıyor ve Marmara bölgesini -Bölgesi'ni- İstanbul'a taşımaya çabalıyorlarmış) Tam da Taksim alınmışken katılım azlığı yada kutlama, anma coşkusunun yaratılamaması herhalde sınıf düşmanlarını ve "Taksim'e gelin ama fazla kalabalık gelmeyin" diyebilmiş İstanbul valisini (Valisini) bir hayli mutlu edecektir.

(Kaynak: tiyatrom.com)

5 Nisan 2010 Pazartesi

Ömer Faruk Kurhan, her yazısında "SUÇ İŞLEME" eğiliminde!

TİYATROM ve TİYATROYUN’dan TAKSAV’a Çapraz Ateş

(5 Nisan 2010)



5 Nisan'da, saçmaladıkça saçmaladığı belediye tiyatroları gündemini alt sıralara indiren TİYATROM’un maliki Ertuğrul Timur, manşetine geçen yıl Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nin emek ödülünü alan Talat Sait Halman’ı taşımış. Ertuğrul Timur 12 Mart darbesinin ardından 1. Erim hükümetinde Kültür Bakanlığı yapan Talat Sait Halman’a emek ödülü verilmesini kınıyor ve Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’ni organize eden TAKSAV’dan özeleştiri talep ediyor.


Aynı gün, geçen sezon bu konuyu ilk defa gündeme getiren TİYATROYUN da “Bir dakika! Bu davanın asıl sahibi benim!” diyerek o da Talat Sait Halman'ı ve TAKSAV'ı sitesinde birinci haber yapmış. Böylece TİYATROM ve TİYATROYUN el ele vererek çapraz ateşe tuttukları TAKSAV ve Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali üzerinden tiyatromedya alanında gündem olma denemesini başlatmışlar.


12 Mart cehaleti üzerinden sürdürüldüğünü çok iyi bildiğim Talat Sait Halman tartışmasındaErtuğrul Timur’un cahil cesaretine yeni bir örnek mi verdiğini, yoksa dersine çalışmış olarak bir manşet mi döşendiğini yakında anlarız. Bu konuda ilk denemesini sezon başında yapmış, “habercilik” yapma uğruna TİYATROYUN sitesini yayınlayan Hilmi Bulunmaz’dan yardım da talep etmiş, fakat karşılık bulamamıştı.


Görebildiğim kadarıyla, 12 Eylül’ün yargılanmasını kampanya haline getirelim diyen Yılmaz Onay’ın önerisi karşısında, fırsat bu fırsat TAKSAV’ı işin içine katıp biraz “küçük burjuva” hezeyan ve de heyecan yaşamak lazım güdüsü Ertuğrul Timur’u pençesine almış. TAKSAV’ın Dev-Yol kökenli devrimcilerce kurulduğu vurgulanırken, TKP çevresinin tavrı örnek alınası olarak sunulmuş ve tiyatromedyanın “Çılgın Türkü” olarak bir güzel reyting peşinde koşulmuş.


Beni asıl ilgilendiren Ertuğrul Timur’un “küçük burjuva” hezeyan ve heyecanları değil tabii ki. Sezon başında Talat Sait Halman konusunda dersine hiç çalışmadığını, seri dezenformasyon üretiminde ilk atılım denemesini yapmış olduğunu, yardım dilendiklerinden de şamar yediğini gözlemlemiştim. Beni asıl ilgilendiren Ertuğrul Timur’un 12 Mart darbesi, 1. Erim Hükümeti, 2. Erim hükümeti kurulduğunda Kültür Bakanlığının lağvedilip Talat Sait Halman’ın da bakanlığının düşürülmesi gibi olguları nasıl analiz edeceği olacak. Çünkü ben bu araştırmayı biraz yaptıktan ve bazı tarihçi arkadaşlarımdan yardım da aldıktan sonra, Türkiye’nin önde gelen edebiyat otoritelerinden birisi olan Talat Sait Halman’ın faşist bir bakan olarak nitelendirilmesine pek akıl sır erdirememiştim.


TAKSAV özeleştiri verene kadar konuyu sıcak tutacağını açıklayan Ertuğrul Timur bu defa seri dezenformatör kimliğini bir tarafa bırakacak ve gerçekten aydınlatıcı olabilecek mi? Yoksa sezon başında olduğu gibi, sergilediği cehalet örneğini bir süre teşhir edip sonrasında "keyfim bilir" diyerekten konuyu gündemden düşürecek mi? Bekleyip görelim.


(Kaynak: Ömer F. Kurhan TİYATRO YAZILARI)

28 Mart 2010 Pazar

LİNÇÇİ Ertuğrul Timur’un Belediye Tiyatrolarına İlgisi Devam Ediyor, Yoksa “Eyvah!” mı Demek Lazım?

(28 Mart 2010)


LİNÇÇİ TİYATROM’da Afyonkarahisar Belediye Şehir Tiyatrosu’nun yaşadığı sorunlar karşısında FACEBOOK liderliğine soyunan, tiyatro yayıncılığı adına ise adeta saçmalama rekoru kıran LİNÇÇİ Ertuğrul Timur, bu defa da Kemer Belediye Tiyatrosu’na ilişkin bir “haber” yaptı.

“Pes artık! Bu kadarına Pes! 27 Mart’ı gölgeleyen bir uygulama daha” başlığıyla verdiği “haberde” Kemer Belediye Tiyatrosu çalışanlarının belediye tarafından zabıta yapıldığı ve Kemer sokaklarını denetledikleri bilgisi veriliyor.

Söz konusu LİNÇÇİ TİYATROM olduğunda haber kelimesini tırnak içine almamın nedeni, uzun zamandır LİNÇÇİ Ertuğrul Timur’un haberci değil de bi-haberci (başka bir deyişle dezenformatör) kimliği edinmiş olması. Bu nedenle, LİNÇÇİ Ertuğrul Timur’un “haber” diye verdiklerinin doğruluğunu teyit etmek için ayrı bir haber birimi kurulması gerekiyor. Umarım LİNÇÇİ TİYATROM'a emek veren genç arkadaşlarımız bu eksikliği gidermek için de harekete geçerler.

Benim merak ettiğim şu: Bu yeni vakada LİNÇÇİ Ertuğrul Timur dezenformatör kimliği edinmekten kurtulup bir yayıncı olarak tiyatromuza faydalı bir iş yapmayı başarabilecek mi?

Ben her ihtimale karşı KBT (Kemer Belediye Tiyatrosu) hakkında bilgi edinmek için Kemer Belediyesi’nin internet sitesine girerek orada tiyatronun nasıl ve hangi amaçla yapılandırıldığını öğrenmeye çalıştım. Konuyla ilgilenenlere de tavsiyem budur. LİNÇÇİ Ertuğrul Timur’un Afyonkarahisar Belediye Şehir Tiyatrosu’nun tüzüğünde amatör olarak tanımlanan bir tiyatroyu profesyonelmiş gibi yutturmaya çalışması, bununla da kalmayıp güya profesyonel tiyatro adına oradaki amatör tiyatrocuları aşağılama ve teşhir girişimleri hatırlanmalıdır. Dolayısıyla yoğurdu mümkün olduğunca şiddetli üfleyerek yemekten başka çare yok.

KBT ile ilgili “haberin” bir başka özelliği de LİNÇÇİ Ertuğrul Timur’un Türkiye tiyatrosu hakkında fetva verme tavrını sürdürmesi. Tiyatromuz hemen örgütlü hale gelmeli, meslekten tiyatrocular örgütlerini kurmalı ve ödenekli tiyatrolarda özerklik talebi yükseltilmeliymiş. Ne kadar da doğru sözler. Nihayet LİNÇÇİ Türkye (Türkiye) Tiyatrolar Birliği'nin derdini anlamaya başlamış (mı?) Anlamaya başladığını varsayalım; fakat söyleyen LİNÇÇİ Ertuğrul Timur olunca inandırıcı olamıyor. Bu sezon yaşanan bazı olayları hatırlatmaya çalışayım:

- LİNÇÇİ Ertuğrul Timur İstanbul’daki üç beş yayıncıının (yayıncının) zorlukla biraraya gelerek inşa etmeye çalıştığı LİNÇÇİ Tiyatro Yayıncıları Birliği’ni daha doğum aşamasında kepaze etmiş ve yayıncılar birliğini (Yayıncılar Birliği'ni) kurma konusunda kendisinin de vermiş olduğu sözün ciddiyetten yoksun olduğunu göstermiştir. Bu vakada onun örgütten anladığı “kendine göre” dir. Bir örgüt ancak LİNÇÇİ Ertuğrul Timur’un keyfi için varolduğunda (var olduğunda) örgüttür.

- Geçen yıl sezon sonuna doğru gerçekleştirilen LİNÇÇİ Temiz Tiyatro / LİNÇÇİ Temiz Yayıncılık kampanyasına imza veren örgütlerin ve aktivistlerin iradesini hiçe sayarak, üstelik sona erdirilmiş bir kampanya adına “Temiz Tiyatro Platformu” adında varolmayan (var olmayan) sanal örgütler icat etme absürtlüğünün esas çocuklarından birisi olmuştur. Bu konuda LİNÇÇİ Türkiye Tiyatrolar Birliği’nin yaptığı uyarı karşısında ise, sizi tanımayız (yani sansürleriz mi?) anlamına gelen şahsi ültimatomlarla absürtlüğün de absürtlüğü olabileceği (olabileceğini) gösterilmiştir.

- Hızını alamamış, LİNÇÇİ Türkiye Tiyatrolar Birliği’nin çeşitl bildirilerini sansürleme düzeyinde sanal eylemlere imza atarak, dezenformasyon yayıncılığına sansürcülüğü de eklemiştir. Dahası, LİNÇÇİ Türkiye Tiyatrolar Birliği tarafından başlatılan “Tiyatroma Dokunma!” kampanyasını etkisizleştirmek üzere, aniden bu kampanyaya verdiği linki ortadan kaldıracağı tutmuş, sonra da muhetemelen (muhtemelen) çok zekice bulduğu bir manevrayla FACEBOOK’ta açtığı “Laz Marks” davasını konu alan göstermelik kampanyayı “Tiyatroma Dokunma!” kampanyasının alternatifi haline getirmeye çalışmıştır.

Sonuç:

LİNÇÇİ Ertuğrul Timur örgüt dersi verme konusunda değil, ama sanal likidatörlük, manipülasyon, dezenformasyon, sansür ve envai çeşit teşhircilik konularında öğretici olma iddiasını sürdürebilir. Habercilik alanında titreyip gerçeklere dönüp dönmeyeceği ise hâlâ bir meçhulün konusudur.

Umuyorum ki, en azından KBT vakasında gerçekten ciddi bir yayıncı davranışı gösterir ve aklıbaşında (aklı başında) bir haberci gibi davranır. Bekleyip göreceğiz. Tahminime göre, durum çok geçmeden aydınlığa kavuşacaktır. “Eyvah!” demek için henüz erkendir ve önyargılı bir tavır olur. Çok zor olsa da, iyi niyetimizi korumalıyız.

NOT: Dün İstanbul'da LİNÇÇİ Ertuğrul Timur'un 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Yürüyüşü'ne katıldığını öğrendim. Sanal alemden yeryüzüne inip realiteye karışma adına kritik bir jest yaptığının farkındayım. Benim asıl merak ettiğim konu ise, "Laz Marks"a açılan dava sırasında verdiği bir sözü yerine getirip getirmediği. Hatırlanacak olursa, "Laz Marks"ta geçen ve davaya konu olan fıkrayı 27 Mart'ta her yerde anlatalım, suç işleyelim, mahkum olalım demişti. Bu eylemi 27 Mart yürüyüşü (Yürüyüş'ü) sırasında gerçekleştirmediği söylendi. Fakat önyargılı değilim. Bu eylemi pekala başka bir yerde gerçekleştirmiş olabilir. Dolayısıyla, en azından şu aşamada, "Laz Marks"la dayanışma adına verdiği sözü tutup tutmadığı, sözünde samimi olup olmadığı hakkında kesin bir iddiada bulunmam mümkün değil.

(Kaynak: LİNÇÇİ Ömer F. Kurhan TİYATRO YAZILARI)


***


BULUNMAZ'ın notu: Yukarıdaki metinde bulunan LİNÇÇİ adların önlerine, analarının ak sütü gibi helal olan LİNÇÇİ sıfatlarını biz ekleyip, bu adların üzerlarini biz kırmızılaştırdık. Ayrıca, metindeki bariz yanlışları kırmızıyla belirtip, doğrularını yeşille biz yazdık!

Ayrıca bakınız:

MÜTTEFİKLERİ AHMET ERTUĞRUL TİMUR (NAM-I DİĞER 3. ABDÜLHAMİD) VE YALAN MAKİNESİ MUSTAFA ŞÜKRÜ DEMİRKANLI İLE KÖPRÜLERİ ATAN Ö. F. KURHAN'IN ÇÖP KUTUSU

LİNÇ KAMPANYASI ANA SPONSORLARINDAN AHMET ERTUĞRUL TİMUR (NAM-I DİĞER 3. ABDÜLHAMİD) İLE İTTİFAKINA SON VEREN LİNÇÇİ ÖMER FARUK KURHAN'IN ÇÖP KUTUSU!

LİNÇÇİ Ömer Faruk Kurhan, LİNÇÇİ olmayan Nedim Saban'a dramaturgluk yapıyor!

LİNÇ KAMPANYASI ana sponsorlarından, sansürcü, iftiracı yayıncı Ahmet Ertuğrul Timur'la (nam-ı diğer 3. Abdülhamid) en son haberleşmemizin anatomisi!

LİNÇÇİ Ertuğrul Timur, öznesiz tümce kuruyor!

Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!

Linç imzacıları listesi