Sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'a ait bu site, sosyalist kültürün oluşumuna katkıda bulunmak amacıyla yayınlanıyor.
28 Ekim 2008 Salı
25 Ekim 2008 Cuma gününden bu yana yasaklı olan bloglarla birlikte, sitemiz de kapalıydı. Sitemiz kapalıyken www.tiyatroyun.com üzerinden yayına başladık. (28 Ekim 2008)
24 Ekim 2008 Cuma
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
hilmi bulunmaz
24 ekim 2008
unutmadım seni
unutmadım şili
ben unutmam hiçbir şeyi
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
bakıyorlar bana dimdik
bakıyorlar haykırarak
unutulmamaya yeminli
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
nasıl da benziyorlar erdal'a
dalından koparılan ham meyveye benziyorlar
unutmak ihanettir
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
deniz'in yüzü var yüzlerinde
mahir'in gülücüğü
unutulmayan bir şeyler var
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
onlar ki kavga verdiler
ve öldüler halkı için
bayrak gibi gezdiriliyor alanlarda yüzleri
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
24 ekim 2008
unutmadım seni
unutmadım şili
ben unutmam hiçbir şeyi
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
bakıyorlar bana dimdik
bakıyorlar haykırarak
unutulmamaya yeminli
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
nasıl da benziyorlar erdal'a
dalından koparılan ham meyveye benziyorlar
unutmak ihanettir
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
deniz'in yüzü var yüzlerinde
mahir'in gülücüğü
unutulmayan bir şeyler var
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
onlar ki kavga verdiler
ve öldüler halkı için
bayrak gibi gezdiriliyor alanlarda yüzleri
üzerine ölüm yağdırılan yüzleri unutmadım
21 Ekim 2008 Salı
suyu gözlerinde taşıyan kadın
hilmi bulunmaz
21 ekim 2008
kadın kokuyorsun
bir de su
gözlerine gizlenmiş dünya
biraz daha baksam
ağlayacaksın
bu bir nakarattır
agua por frida
kan kokuyorsun
bir de ağaç
dallarında nice eflatunlar var
salıncak kursam
sallanacaksın
bu bir nakarattır
agua por frida
imge kokuyorsun
ritmi yutan zaman
çılgın bir sessizlik
nallarında yıldırım taşıyan atlar
bu bir nakarattır
agua por frida
seninle başladı hayat
seninle bitti
suyu gözlerinde taşıyan kadın
21 ekim 2008
kadın kokuyorsun
bir de su
gözlerine gizlenmiş dünya
biraz daha baksam
ağlayacaksın
bu bir nakarattır
agua por frida
kan kokuyorsun
bir de ağaç
dallarında nice eflatunlar var
salıncak kursam
sallanacaksın
bu bir nakarattır
agua por frida
imge kokuyorsun
ritmi yutan zaman
çılgın bir sessizlik
nallarında yıldırım taşıyan atlar
bu bir nakarattır
agua por frida
seninle başladı hayat
seninle bitti
suyu gözlerinde taşıyan kadın
11 Ekim 2008 Cumartesi
meksika'nın anası
hilmi bulunmaz
11 ekim 2008
magdalena carmen frida kahlo calderon
uzun bir adın var
adından kısa sürdü yaşamın
hüzünlü bir türkü gibi doğdun
ve hüzünlü bedeninle
meksika'yı doğurdun
temmuz ayıydı
başkentin güneyinde
coyoacan'da
ilk fotoğrafını baban çekti
ve
ilk dansını kızılderili matilde yaptırdı sana
kameraya güldün
dans ederken güldün
meksika devrimi gerçekleştiğinde
ağız dolusu güldün
meksika senden doğdu
meksika'yı sen doğurdun
felç geçirdin
tahta bacak frida
dünyanı genişlettin
ulusal hazırlık okulu'nda
hep koştun
hayata
bağıra bağıra
yaşasın koşmak
yaşasın hayat
sanata
edebiyata
ve
elinden düşürmediğin felsefeye koştun
aynı sınıfı paylaştın
alejandro gomez arias
jose gomez robleda
ve
alfonso villa'yla
başını eğmedin
başını acılara yoldaş ettin
sana tokat attığında
kara giysili kader
değişti hayatın
derinden
acı çektin
korselere büründün
ve
hastane adlarını ezberledin
teker teker
doktorlarla konuşmaktan yorulunca sustun
omurgandan acı çektin
sağ bacağından acı
bıçak altına yattın
tam otuz iki kez
acılardan kurtulamadın
yine de
sağ bacağın kesildi
en güzel yerinden
güpegündüz
meksika'nın gözü önünde
eline fırça
eline boya
ve
eline tuval
değdiğinde
unuttun acını
kendi resmini yaptın
yüreğinde gizlenen meksika'nın resmini
meksika'yı
sen
doğurdun
ve
sonra
selamlaştın
küba'yla
selamlaştın
julio antonio mella
ve
tina modotti'yle
ve
zamanı geldiğinde
meksika komünist partisi'ndeydin
bırakmadın elinden
fırçayı
boyayı
ve
tuvali
hiç bırakmadın
sekerek gittin
diego rivera'yı görmeye
o da seni gördü
bir akşamüstü
görüştünüz sürekli
birlikte resim yaptınız
diego rivera'yla
çocuk yapamadınız
üç yıl yaşadınız emperyalist ülkede
diego rivera'yla birlikte
duvarlarını aydınlatarak
resim yaptınız
bir yıl ara verdiniz
birlikte resim yapmaya
ve
çocuk yapma idmanlarına
ara verdiniz
başladığınızda kolektif resme
yeniden
yerleştiniz mavi renkli eve
troçki'yi sevdin
öğretmen oldun
la esmeralda'da
bir temmuz ayında başlayan yaşamın
bir temmuz ayında bitti
son soluğuna konan resmin
büyük bir slogandı
yaşasın hayat
sen öldüğünde
gündüzlerinin ve gecelerinin celladı
utandı yalnızlığından
tekerlekli sandalye utandı
fırçalar
boyalar
ve
tuvaller
utandı
yetim bıraktığın resimlerin utandı
biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz
diyen guernica ustası utandı
ben ve papağanlarım
maymunlarla otoportre
yüzünü gizlediler
sen gidince
11 ekim 2008
magdalena carmen frida kahlo calderon
uzun bir adın var
adından kısa sürdü yaşamın
hüzünlü bir türkü gibi doğdun
ve hüzünlü bedeninle
meksika'yı doğurdun
temmuz ayıydı
başkentin güneyinde
coyoacan'da
ilk fotoğrafını baban çekti
ve
ilk dansını kızılderili matilde yaptırdı sana
kameraya güldün
dans ederken güldün
meksika devrimi gerçekleştiğinde
ağız dolusu güldün
meksika senden doğdu
meksika'yı sen doğurdun
felç geçirdin
tahta bacak frida
dünyanı genişlettin
ulusal hazırlık okulu'nda
hep koştun
hayata
bağıra bağıra
yaşasın koşmak
yaşasın hayat
sanata
edebiyata
ve
elinden düşürmediğin felsefeye koştun
aynı sınıfı paylaştın
alejandro gomez arias
jose gomez robleda
ve
alfonso villa'yla
başını eğmedin
başını acılara yoldaş ettin
sana tokat attığında
kara giysili kader
değişti hayatın
derinden
acı çektin
korselere büründün
ve
hastane adlarını ezberledin
teker teker
doktorlarla konuşmaktan yorulunca sustun
omurgandan acı çektin
sağ bacağından acı
bıçak altına yattın
tam otuz iki kez
acılardan kurtulamadın
yine de
sağ bacağın kesildi
en güzel yerinden
güpegündüz
meksika'nın gözü önünde
eline fırça
eline boya
ve
eline tuval
değdiğinde
unuttun acını
kendi resmini yaptın
yüreğinde gizlenen meksika'nın resmini
meksika'yı
sen
doğurdun
ve
sonra
selamlaştın
küba'yla
selamlaştın
julio antonio mella
ve
tina modotti'yle
ve
zamanı geldiğinde
meksika komünist partisi'ndeydin
bırakmadın elinden
fırçayı
boyayı
ve
tuvali
hiç bırakmadın
sekerek gittin
diego rivera'yı görmeye
o da seni gördü
bir akşamüstü
görüştünüz sürekli
birlikte resim yaptınız
diego rivera'yla
çocuk yapamadınız
üç yıl yaşadınız emperyalist ülkede
diego rivera'yla birlikte
duvarlarını aydınlatarak
resim yaptınız
bir yıl ara verdiniz
birlikte resim yapmaya
ve
çocuk yapma idmanlarına
ara verdiniz
başladığınızda kolektif resme
yeniden
yerleştiniz mavi renkli eve
troçki'yi sevdin
öğretmen oldun
la esmeralda'da
bir temmuz ayında başlayan yaşamın
bir temmuz ayında bitti
son soluğuna konan resmin
büyük bir slogandı
yaşasın hayat
sen öldüğünde
gündüzlerinin ve gecelerinin celladı
utandı yalnızlığından
tekerlekli sandalye utandı
fırçalar
boyalar
ve
tuvaller
utandı
yetim bıraktığın resimlerin utandı
biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz
diyen guernica ustası utandı
ben ve papağanlarım
maymunlarla otoportre
yüzünü gizlediler
sen gidince
En çok okunan yazılar için TIKLAYINIZ!
Kazmacıbaşı Orhan Alkaya'ya OYÇED'li yoldaş!
Lemi Bilgin ve Orhan Alkaya, utanıyorlar mı?...
Özdemir Nutku yine insan içine çıkamadı!...
Zafer Gecegörür, Nadide Sultan'ı sunar!...
Tudora Arnaut (Тудора Арнаут) yazdı...
'Ölüleri Gömün'ü gömmek isteyenler
Tuncer Cücenoğlu nihayet utandı
Istvan Örkeny'den "Kedi Oyunu"
Yaşam Kaya'nın serzenişi...
Esen Çamurdan yazdı...
Lemi Bilgin ve Orhan Alkaya, utanıyorlar mı?...
Özdemir Nutku yine insan içine çıkamadı!...
Zafer Gecegörür, Nadide Sultan'ı sunar!...
Tudora Arnaut (Тудора Арнаут) yazdı...
'Ölüleri Gömün'ü gömmek isteyenler
Tuncer Cücenoğlu nihayet utandı
Istvan Örkeny'den "Kedi Oyunu"
Yaşam Kaya'nın serzenişi...
Esen Çamurdan yazdı...
Manken
Hilmi Bulunmaz
10 Ekim 2008
Küçükken, hep manken olmak istemişimdir. Yok canım; sandığınız mankenlerden değil. Vitrine konulan cansız mankenlerden...
Ben, on yaşıma dek, bırakın vitrin mankeni görmeyi, vitrin bile görmemiştim. Hem de ülkemizin en büyük kentinde dünyaya gelmeme ve aynı kentte yaşamama karşın...
Vitrinin ve mankenin ne olduğunu, ilk kez bir radyo tiyatrosundan öğrenmiştim. Yaşadığımız yerde elektrik olmadığından, pille çalışan radyomuz, yoğun parazitlerle de olsa yayınını sürdürüyor ve en büyük eğlence aracımız olma birinciliğini hiçbir şeye kaptırmıyordu...
Vitrinin ve mankenin ne olduğunu öğrendiğim radyo tiyatrosunun konusunu şu anda anımsamam zor. Aradan o denli zaman geçti ki!... Yalnız, vitrin mankenlerinin de duyguları olduğuna değindiğini hayal meyal anımsıyorum... Hatta, pinokyodan da dem vuran bir izleğe sahipti... Üzerinde biraz daha dursam, konuyu ayan beyan anımsayabilirim belki. Ancak, o denli düş yorgunuyum ki, üzerinde durmaya hiç niyetim yok!...
Yazar, radyo tiyatrosunun öyküsünü o denli güzel kurgulamıştı ki, radyonun başına toplandığımızda, aileden hiçbir birey, tuvalete gitme gereksinimi bile duymazdı...
Görsel değil, işitsel imgeye dayalı bir izleme söz konusu olduğundan, her bireyde ayrı bir tat bırakan radyo tiyatrosu, hepimizde şiir yazma isteği uyandırırdı. Oyunun adını anımsayamadığım için, şimdilik, anımsayıncaya dek, bu oyuna Manken deyip geçeceğim...
Manken deyip geçmeyin!... Bu Manken adını koyduğum oyun, insanı o denli sarıp sarmalıyordu ki, dinlerken her anını içselleştiriyordunuz. İnsanda mankenleşme ve yeniden insanlaşma isteği uyandırıyordu Manken oyunu...
Hiç unutmam bir gün, o denli yoğunlaşarak dinliyordum ki Manken oyununu, dalıp gitmiştim. Oyun bitmiş, haberler başlamış, radyonun başında, babamın dışında hiç kimse kalmamıştı. Haberleri sunan otoriter sesli sunucu bile, bana Manken oyununun bir kahramanı gibi gelmişti. Oysa, haberleri hararetle sunan kişi, savaşta ölenlerin sayılarını, kimliklerini anlatmaya başlamış; ben ayrımsayamamıştım...
Ölenlerden birinin soyadı Manken'miş!... İnanılır gibi değil... Haberlerin sonuna geldiğimizi, ulusal marşın okunmasıyla anlamıştım. Babam, "çıt" diye radyo düğmesini sağdan sola doğru çevirdiğinde düşlerimden uyanmıştım...
Meğerse haberler başlayınca, radyodan gelen sesi değil; içimden gelen sesi dinlemişim. Sonradan anlamıştım...
Dalıp gitmişim... Okulu yarıda bırakmışım, bir işe girmem gerekmiş: Tabut yapan bir marangoza çırak durmuşum. O yıl, işler o denli kötü gitmiş ki, hiç kimse ölmemiş ve hiçbir tabut yapamamışız. Ustam, gelen ısrarlı teklifler karşısında vitrin mankeni imalatına yönelmiş. Ben de işimde sebat etmiş, imal edilen vitrin mankenlerine can vermeye başlamışım. Elimin değdiği mankenler o denli beğenilmeye başlanmış ki; son haline gelen mankenler, adeta insan gibi bakıyor, insan gibi düşünüyor ve konuşmaya başlayacaklarmış gibi, ileri hamle yapar görünüm kazanıyorlarmış...
Bizim imal ettiğimiz mankenler, hızla ve ısrarla satın alınırken, diğer tüm manken imalatçıları zorluklar yaşamaya başlamışlar. Ne denli uğraşırlarsa uğraşsınlar, ürettikleri mankenleri satamıyorlarmış. Tüm müşteriler, bizim dışımızdaki manken üretenlerin, mankenlere soluk veremediği kanısına varmışlar...
Ustamın yorulduğu ve tek başıma bir mankeni yapmama izin verdiği bir zaman diliminde, hızla ve hırsla bir manken yapmıştım. Manken, biter bitmez soluk alıp bana bakmış, gülümsemiş, elimi sıkarak teşekkür etmiş ve hızla koşup gözden kaybolmak istemişti. Şaşırmıştım... Hem de çok şaşırmıştım... Peşinden koşmuştum. Manken, dönüp arkasına bakmış ve "Benden ne istiyorsun?" demişti... "Hi-hiiiç..." diye kekelemiştim... "Neden peşimden koşuyorsun?" diye sormuştu. "Bilmem" demiştim. "Ben özgür bir mankenim. Lütfen peşimi bırak." diye yalvarmıştı. "Ama... seni... ben..." diye gevelemiştim. "Haydi bana eyvellah!" diyerek hızını artırmıştı. "Hiç olmazsa adını..." deyip, yarım tümce kurmuştum. "Adım Pinokyo!..." demişti fısıltıyla ve şimşek hızıyla uzaklaşmıştı...
Babam, radyonun düğmesini sağdan sola doğru çevirirken; "Haydi bakayım doğru yatağına!..." diye seslenmişti...
10 Ekim 2008
Küçükken, hep manken olmak istemişimdir. Yok canım; sandığınız mankenlerden değil. Vitrine konulan cansız mankenlerden...
Ben, on yaşıma dek, bırakın vitrin mankeni görmeyi, vitrin bile görmemiştim. Hem de ülkemizin en büyük kentinde dünyaya gelmeme ve aynı kentte yaşamama karşın...
Vitrinin ve mankenin ne olduğunu, ilk kez bir radyo tiyatrosundan öğrenmiştim. Yaşadığımız yerde elektrik olmadığından, pille çalışan radyomuz, yoğun parazitlerle de olsa yayınını sürdürüyor ve en büyük eğlence aracımız olma birinciliğini hiçbir şeye kaptırmıyordu...
Vitrinin ve mankenin ne olduğunu öğrendiğim radyo tiyatrosunun konusunu şu anda anımsamam zor. Aradan o denli zaman geçti ki!... Yalnız, vitrin mankenlerinin de duyguları olduğuna değindiğini hayal meyal anımsıyorum... Hatta, pinokyodan da dem vuran bir izleğe sahipti... Üzerinde biraz daha dursam, konuyu ayan beyan anımsayabilirim belki. Ancak, o denli düş yorgunuyum ki, üzerinde durmaya hiç niyetim yok!...
Yazar, radyo tiyatrosunun öyküsünü o denli güzel kurgulamıştı ki, radyonun başına toplandığımızda, aileden hiçbir birey, tuvalete gitme gereksinimi bile duymazdı...
Görsel değil, işitsel imgeye dayalı bir izleme söz konusu olduğundan, her bireyde ayrı bir tat bırakan radyo tiyatrosu, hepimizde şiir yazma isteği uyandırırdı. Oyunun adını anımsayamadığım için, şimdilik, anımsayıncaya dek, bu oyuna Manken deyip geçeceğim...
Manken deyip geçmeyin!... Bu Manken adını koyduğum oyun, insanı o denli sarıp sarmalıyordu ki, dinlerken her anını içselleştiriyordunuz. İnsanda mankenleşme ve yeniden insanlaşma isteği uyandırıyordu Manken oyunu...
Hiç unutmam bir gün, o denli yoğunlaşarak dinliyordum ki Manken oyununu, dalıp gitmiştim. Oyun bitmiş, haberler başlamış, radyonun başında, babamın dışında hiç kimse kalmamıştı. Haberleri sunan otoriter sesli sunucu bile, bana Manken oyununun bir kahramanı gibi gelmişti. Oysa, haberleri hararetle sunan kişi, savaşta ölenlerin sayılarını, kimliklerini anlatmaya başlamış; ben ayrımsayamamıştım...
Ölenlerden birinin soyadı Manken'miş!... İnanılır gibi değil... Haberlerin sonuna geldiğimizi, ulusal marşın okunmasıyla anlamıştım. Babam, "çıt" diye radyo düğmesini sağdan sola doğru çevirdiğinde düşlerimden uyanmıştım...
Meğerse haberler başlayınca, radyodan gelen sesi değil; içimden gelen sesi dinlemişim. Sonradan anlamıştım...
Dalıp gitmişim... Okulu yarıda bırakmışım, bir işe girmem gerekmiş: Tabut yapan bir marangoza çırak durmuşum. O yıl, işler o denli kötü gitmiş ki, hiç kimse ölmemiş ve hiçbir tabut yapamamışız. Ustam, gelen ısrarlı teklifler karşısında vitrin mankeni imalatına yönelmiş. Ben de işimde sebat etmiş, imal edilen vitrin mankenlerine can vermeye başlamışım. Elimin değdiği mankenler o denli beğenilmeye başlanmış ki; son haline gelen mankenler, adeta insan gibi bakıyor, insan gibi düşünüyor ve konuşmaya başlayacaklarmış gibi, ileri hamle yapar görünüm kazanıyorlarmış...
Bizim imal ettiğimiz mankenler, hızla ve ısrarla satın alınırken, diğer tüm manken imalatçıları zorluklar yaşamaya başlamışlar. Ne denli uğraşırlarsa uğraşsınlar, ürettikleri mankenleri satamıyorlarmış. Tüm müşteriler, bizim dışımızdaki manken üretenlerin, mankenlere soluk veremediği kanısına varmışlar...
Ustamın yorulduğu ve tek başıma bir mankeni yapmama izin verdiği bir zaman diliminde, hızla ve hırsla bir manken yapmıştım. Manken, biter bitmez soluk alıp bana bakmış, gülümsemiş, elimi sıkarak teşekkür etmiş ve hızla koşup gözden kaybolmak istemişti. Şaşırmıştım... Hem de çok şaşırmıştım... Peşinden koşmuştum. Manken, dönüp arkasına bakmış ve "Benden ne istiyorsun?" demişti... "Hi-hiiiç..." diye kekelemiştim... "Neden peşimden koşuyorsun?" diye sormuştu. "Bilmem" demiştim. "Ben özgür bir mankenim. Lütfen peşimi bırak." diye yalvarmıştı. "Ama... seni... ben..." diye gevelemiştim. "Haydi bana eyvellah!" diyerek hızını artırmıştı. "Hiç olmazsa adını..." deyip, yarım tümce kurmuştum. "Adım Pinokyo!..." demişti fısıltıyla ve şimşek hızıyla uzaklaşmıştı...
Babam, radyonun düğmesini sağdan sola doğru çevirirken; "Haydi bakayım doğru yatağına!..." diye seslenmişti...
hayat veren su
hilmi bulunmaz
11 ekim 2008
sevgili
duyuyor musun beni
ganj'dan sesleniyorum sana
uzaktan
tanrıların insan kılığına girdiği
insanların tanrılaştığı ırmaktan
namaste
ab-ı hayat
bugün on beş ocak
birazdan ganga sagara festivali başlayacak
ve sen
hayat veren su
başında ay
gözlerinde dünyayı saklayan tanrıça
bekleyeceksin sabırla
namaste
ab-ı hayat
ışık
şimşek
ve parıltı var gözlerinde
ganga sagara'yı bekleyen tanrıça
fırlayıp seni çizen ressamın kollarından
bağıracaksın
hare krişna
krişna hare
namaste
ab-ı hayat
ganj'la birleşecek bengal
devahuti'nin oğlu asraramı kapilasrama
bekleyecek seni
sen tanrıları beklerken
hayat veren su
ganga sagara'nın yoldaşı
bekleyeceksin ganj'da
namaste
ab-ı hayat
bhagirathi ganj'ı indirdiğinde okyanusa
göksel tanrılar ağlayacaklar
ve ağıt yakacaklar sana
hayat veren su
gezegenler duracak ansızın
namaste
ab-ı hayat
11 ekim 2008
sevgili
duyuyor musun beni
ganj'dan sesleniyorum sana
uzaktan
tanrıların insan kılığına girdiği
insanların tanrılaştığı ırmaktan
namaste
ab-ı hayat
bugün on beş ocak
birazdan ganga sagara festivali başlayacak
ve sen
hayat veren su
başında ay
gözlerinde dünyayı saklayan tanrıça
bekleyeceksin sabırla
namaste
ab-ı hayat
ışık
şimşek
ve parıltı var gözlerinde
ganga sagara'yı bekleyen tanrıça
fırlayıp seni çizen ressamın kollarından
bağıracaksın
hare krişna
krişna hare
namaste
ab-ı hayat
ganj'la birleşecek bengal
devahuti'nin oğlu asraramı kapilasrama
bekleyecek seni
sen tanrıları beklerken
hayat veren su
ganga sagara'nın yoldaşı
bekleyeceksin ganj'da
namaste
ab-ı hayat
bhagirathi ganj'ı indirdiğinde okyanusa
göksel tanrılar ağlayacaklar
ve ağıt yakacaklar sana
hayat veren su
gezegenler duracak ansızın
namaste
ab-ı hayat
8 Ekim 2008 Çarşamba
beyaz ölüm
hilmi bulunmaz
8 ekim 2008
beyaz gelir dünyaya
beyaz gider ölüme
kasabın ellerinde
vay domuz vay
kirlenmez kesinlikle
karışmaz hiç kimseye
çanağını deviren köpeğe bile
vay domuz vay
durur
korkunun geçmesini bekler
üşür düştüğü çukurda
örter düşlerinin üzerini
en kalın sözlüklerle
vay domuz vay
beyaz gelir dünyaya
beyaz gider ölüme
kasabın ellerinde
vay domuz vay
8 ekim 2008
beyaz gelir dünyaya
beyaz gider ölüme
kasabın ellerinde
vay domuz vay
kirlenmez kesinlikle
karışmaz hiç kimseye
çanağını deviren köpeğe bile
vay domuz vay
durur
korkunun geçmesini bekler
üşür düştüğü çukurda
örter düşlerinin üzerini
en kalın sözlüklerle
vay domuz vay
beyaz gelir dünyaya
beyaz gider ölüme
kasabın ellerinde
vay domuz vay
ellerim yakışmıyor giysilere
hilmi bulunmaz
8 ekim 2008
.
.
ellerim yakışmıyor giysilere
gizliyorum sesimi rüzgardan
bakışlarım ürkek bir kedi gibi titriyor
ve
hiç ummadığım zamanda
saçlarım dökülüyor
.
utkunun peşine düşmüş dünya
ölüme koşuyor hızla
oysa ben
yaşamak istiyorum
ve
utku umurumda değil
hüzünleniyorum
.
silik bir kimlik verildi bana
bir de anlamsız yüz
ifadesiz gözler
ve
dudaklarım tembeldi ezelden
.
kül rengi akşam
sisli bahar
hızlı koşan tay
yaralı kırlangıç
ve
bir de amansız yorgunluk
.
ellerim yakışmıyor giysilere
gizliyorum sesimi rüzgardan
6 Ekim 2008 Pazartesi
sina dağı bak bana
hilmi bulunmaz
7 ekim 2008
aç gözlerini
bak bana
görüyorum seni
ege'deyim
izmir'in tepelerinde
görüyorum seni
açılan kalbimin gözüyle
aziz katerina'ya selam söyle
musa'ya da
titreyen parmaklarının ucuyla dokunduğu
tevrat'ın yapraklarına selam söyle
sina dağı
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
mısır'dan baktım dünyaya
ege'nin kıyısından
ve istanbul'da
boğaz'dan
bağırıyorum sana
sina dağı
bak bana
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
balmumu tıkıştırılmış kulaklarda
allah'ın sesi var
musa'nın şiirsel ezgisi
on ayrı emir
ve
seninle başlayıp
seninle biten doruk var
sina dağı
bak bana
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
çölden geldim ben
çöle dönmek isterim
bir prenses büyüttü beni
prens olmam için
bir prenses büyüttü
ama ben
ezilenlerin türküsünü söyledim
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
bir köleyi dövüyordu
mısırlı bir kahya
dayanamadım
ölüm acı olsa da
öldürdüm mısırlıyı
ve
çöle kaçtım hızlıca
katırtırnaklarının arasından
çöle
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
çalılar yandı
vahiy geldi
ve
döndüm mısır'a
dinlemedi firavun beni
hiç kimseyi dinlemedi
on felaket getirdi başımıza
oysa on emir gizliydi ellerimde
firavun ellerimi dinlemedi
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
açıldı kızıldeniz
ve
kapandı açıldığı hızla
boğuldu firavun
boğuldu acı veren insanlar
üzülmedim onlara
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
7 ekim 2008
aç gözlerini
bak bana
görüyorum seni
ege'deyim
izmir'in tepelerinde
görüyorum seni
açılan kalbimin gözüyle
aziz katerina'ya selam söyle
musa'ya da
titreyen parmaklarının ucuyla dokunduğu
tevrat'ın yapraklarına selam söyle
sina dağı
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
mısır'dan baktım dünyaya
ege'nin kıyısından
ve istanbul'da
boğaz'dan
bağırıyorum sana
sina dağı
bak bana
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
balmumu tıkıştırılmış kulaklarda
allah'ın sesi var
musa'nın şiirsel ezgisi
on ayrı emir
ve
seninle başlayıp
seninle biten doruk var
sina dağı
bak bana
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
çölden geldim ben
çöle dönmek isterim
bir prenses büyüttü beni
prens olmam için
bir prenses büyüttü
ama ben
ezilenlerin türküsünü söyledim
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
bir köleyi dövüyordu
mısırlı bir kahya
dayanamadım
ölüm acı olsa da
öldürdüm mısırlıyı
ve
çöle kaçtım hızlıca
katırtırnaklarının arasından
çöle
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
çalılar yandı
vahiy geldi
ve
döndüm mısır'a
dinlemedi firavun beni
hiç kimseyi dinlemedi
on felaket getirdi başımıza
oysa on emir gizliydi ellerimde
firavun ellerimi dinlemedi
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
açıldı kızıldeniz
ve
kapandı açıldığı hızla
boğuldu firavun
boğuldu acı veren insanlar
üzülmedim onlara
kavmimi salıver ki
çölde bana bayram etsinler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)