31 Ocak 2008 Perşembe

Piç Burak Caney fotoğraf sergisi!... / 3


Burak Caney'in "yaratıcı zekasından"(!) fışkırmış olan
görsel sanat şaheserlerini iftiharla sunuyoruz!...












Burak Caney takma adı ardına gizlenmiş korkak sapığı hala destekleyen herkes orospu çocuğudur!...
.
Not: Yüzlerce fotoğraf yayınlamasına karşın, daha sonra yayından kaldıran sanal piç Burak Caney'den birkaç örnek sunmakla yetiniyoruz. Yoksa daha iğrenç fotoğraflar vardı.
.
(Ayrıca bakınız:

23 Ocak 2008 Çarşamba

“Zehirli” kelimeler, kavramlar ve söylemler üzerine...

Fikret Başkaya
22 Ocak 2008


Sömürü, yağma, talan, toplumsal eşitsizlik ve hiyerarşi velhasıl egemenlik, ideolojik kölelikle, ideolojik kölelik de insanların bilincinin zehirlenmesiyle mümkün oluyor. Bu amaçla zehirli kelimeler, kavramlar ve söylemler devreye sokuluyor. Lâkin insanların zihnini zehirleyen kelimeler, kavramlar ve söylemler sıradan insanların işi değil. Bunun için “konunun uzmanlarının” devreye girmesi gerekiyor. İşte isminin önüne çok sayıda ünvan eklenmiş üniversite üyeleri, gazete köşelerine çöreklenmiş, herşeyi bilen köşe yazarları, ünlü şair ve yazarlar, siyasetin duayeni sayılan burjuva politikacıları, Uluslararası denilen kurumların yöneticileri, televizyon yorumcuları, çok ünlü sanatçılar, yüksek yargının yükseğindekiler, vb. bu amaç için seferber ediliyor. Konunun uzmanı iktisat profesörleri kapitalizmi hiç ağızlarına almadan saatlerce ekonomiyi “tartışıyor” ve insanlar saatlerce onları “seyrediyor”... Kapitalizmi telaffuz etmeden herhangi ekonomik bir sorun tartışılabilir mi? “Konunun uzmanları” öyle münasip görüyorsa neden olmasın! Aslında kimin kimi seyrettiğini bilmek önemli, zira ilişkinin ters olduğunu anlamak için “iletişim uzmanı” olmak gerekmiyor... Aslında televizyon seyircisi izleyen değil, izlenendir. Velhasıl siz televizyonu seyretmiyorsunuz, televizyon sizi seyrediyor... Bu önemli sorunu başka bir yazıda tartışmak üzere, burada oldukça sık kullanılan ve kolayca kabul görüp, itiraz edilmeyen bazı “zehirli” kelimeler, kavramlar ve söylemler üzerinde kısaca duracağım. Fakat daha önce iki hatırlatma yapmam gerekiyor: Birincisi kelimelerin ve kavramların önüne eklenen niteleme sıfatlarıyla ilgili. Eğer bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilmişse, biliniz ki orada mutlaka netâmeli bir şeyler, bir tuzak vardır... Mesela sürdürülebilir kalkınma gibi. Durup dururken ‘kalkınma’ kavramının önüne sürdürülebilir sıfatını eklemenin ne âlemi var? Böyle bir ek yapılıyor zira gerçek dünyada kalkınma diye bir şey yok ve kapitalizm koşullarında asla mümkün de değildir. Bu, ölüyü giydirip, süsleyip bir koltuğa oturtmak gibi gibi bir şey. Kapitalizm asla kalkınma üretmez, orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Eğer siz ideolojik bir manipülasyon yapıp, ekonomik büyümeyi kalkınmayla özdeş sayarsanız, o zaman insanları kalkınma diye birşeyin mümkün olduğuna da ikna edebilirsiniz. Aslında sürdürülebilir kalkınma, kalkınma diye birşeyin olmadığının itirafıdır. Kapitalizm koşullarında -ve sistemin mantığının bir gereği olarak-, ekolojik ve insânî hasarlara neden olmadan sermaye birikimi veya aynı anlama gelmek üzere sermayenin büyümesi mümkün değildir. Böyle bir saçmalığa inanmak için sermaye için iyi olan herkes için iyidir deyişini içselleştirmiş olmak gerekir. İkincisi, Kadim Grekçe’deki oxymore kelimesiyle ilgili. Oxymore, birbiriyle çelişen, eski tabirle biri diğerini naks eden, dolayısıyla yan yana gelmesi caiz olmayan, antinomik iki kelimeyi yan yana getirmek demeye geliyor. Berrak karanlık gibi... Eğer kapitalizm koşullarında kalkınma diye birşey mümkün değilse, o zaman sürdürülebilir kalkınma da tam bir oxymoredur. Aşağıda kafaları bulandırmak üzere önlerine niteleme sıfatı getirilen bazı zehirli kelimeler ve kavramlardan söz edeceğim ama hızlıca geçmek kaydıyla... Aksi halde yazının boyutunu çok fazla genişletmek gerekir ki, buradaki amaca uygun değildir...

Uydur uydur söyle...

Günlük dilde çok kullanılan zehirli kelime ve kavramlardan bazıları: sürdürülebilir kalkınma, insânî kalkınma, insânî yardım, insânî müdahale, sosyal kalkınma dayanışmacı ekonomi, pozitif ayrımcılık, pozitif milliyetçilik, Kürt sorununa barışçı çözüm, negatif barış, tek yanlı ateşkes, çalışma barışı, işveren, milli yarar [ulusal çıkar- milli menfaat], sağlıkta dönüşüm, kentsel dönüşüm, toplu görüşme, temiz savaş, insan yüzlü küreselleşme, halka açılma, halka arz, sermayeyi tabana yayma, kitlesel basın açıklaması, sivil anayasa, çalışma barışı, nitelikli dolandırıcılık, birlik ve beraberlik, konsensüs, medeniyetler çatışması, medeniyetler diyaloğu...

Şimdilerde sınırlı sosyal güvenlik sistemini de, tasfiye etmek, insan sağlığını ilgilendiren ne varsa metalaştırarak, paralılaştırmak, özelleştirmek, herhangi bir mal gibi alınır-satılır hale getirmek, velhasıl bir kâr aracına dönüştürmek için yoğun bir saldırı söz konusu. Neoliberalizmin talebi doğrultusunda yürütülen bu saldırıya sağlıkta dönüşüm diyorlar. Elbette size baldıran zehiri içiriyoruz demeyeceklerdir, kızılcık şurubu içiriyoruz diyeceklerdir... Eğer söz konusu dönüşüm gerçekleşirse, bir kere koruyucu ve tedavi edici tüm sağlık hizmetleri paralı hale gelecektir. Parası olan ve ödediği prim kadar sağlık hizmeti alabilecektir, devletin/ kamunun hiçbir etkinliği kalmayacaktır ve insan sağlığını ilgilendiren herşey yüksek kârlar vaad eden bir alan haline gelecektir. Tabii sağlık hizmetlerinin kalitesinin de düşmesi işin doğası gereğidir.... Zira kâr’ın söz konusu olduğu yerden kalitenin kovulması kaçınılmazdır ama söylem tam da bunun tersidir... Eğer mutlaka sağlık hizmetlerinin kalitesinin yükselmesinden söz edilecekse, bu ancak toplumun zenginliğine el koyan ‘büyük hırsızlar’ için geçerlidir… Onlar gerçekten kaliteli hizmet alabilirler… Daha şimdiden hasta olmayanlara da ilaç satmak için yoğun bir çaba gözleniyor. Daha fazla ilaç satmak için yeni yeni hastalıklar ‘keşfediliyor’... O kadar ki, önce bir ilaç üretiliyor sonra ona uygun hastalık ‘keşfediliyor...’ Bunun son örneği yakın tarihlerde gazetelere de yansıdı. Pfizer ilaç firması gerçek dünyada olmayan bir hastalık için, üstelik müthiş yan etkileri de olan Lyrica adlı bir ilaç üretti ve daha şimdiden milyonlarca dolar kazandı... Sağlıkta dönüşüm elbette sadece sağlık alanını angaje etmiyor. Emekliliği de problemli hale getiriyor. Yazık ki, bu saldırı karşısında toplum çoğunluğu tepkisiz. Oysa sahip olduğunu koruyamayanın yeni şeyler kazanmasının zorlaşacağı bilinen bir şeydir... Benzer bir durum kentsel dönüşüm söylemi için de geçerli... Bu, kentlerin yüksek rant vadeden semtlerinin yağmalanması için uydurulmuş bir söylem. Kimse orada yaşayan insanlara ne istiyorsunuz diye sormuyor... Yıkıp, yüksek rant için yeniden inşa etmenin, büyük hırsızlara zenginlik transferinin adı kentsel dönüşüm...

Son dönemde çok kullanılan söylemlerden biri pozitif ayrımcılık. Eğer şeyleri adıyla çağırmaya niyetli değilseniz, ideolojik manipülasyona başvurmanız gerekecektir. Ayrımcılığın, daha doğrusu eşitsizliğin üstünü örtüp, mevcut durumu kabullendirmek, sürdürmek, için bu tür icatlar gerekiyor. Böylece sorun çözülüyor, çözülecek, çözüm yoluna girmekte, o işle ilgileniliyor izlenimi yaratılıyor. Yazık ki, radikal kavramı da hiçbir zaman yerinde kullanılmıyor. Radikal demek, sorunu kökeninden ele almak, kavramak, sonuçlarla değil sebeplerle ilgilenmek demektir. Oysa günlük dilde radikal, ekseri aşırı [ekstrem] anlamında kullanılıyor. Bir kere bir aklıevvel çıkıp zehirli bir kelime veya kavram üretince, artık yol açılıyor... İşte pozitif milliyetçilik, vb. Milliyetçiliğin pozitifi, negatifi, acılısı, az acılısı, orta şekerlisi olur mu? Eğer milliyetçiliğin bir içeriği var ise onu eğip-bükmenin ne âlemi var? Tek yanlı ateşkes olmaz. Ateşkes savaşan taraflar arasında bir anlaşmayı, bir mütarekeyi varsayar. Ancak anlaşma gereği iki taraf da çatışmayı durdurursa, bir ateşkesden söz edilebilir. Taraflardan biri ben ateşi kesiyorum diyebilir ama karşı taraf ateş etmeye devam ettikçe, sizin söylediğinizin bir değeri olmaz... Kürt sorununa barışçıl çözümündeki ‘barışçıl’ gereksizdir. Zira, önemli olan sorunun çözülmesidir. Kürt sorunu çözülsün, çözülmelidir demek yeterlidir. Lâfı uzatmak beyhudedir ve ideolojik manipülasyon kategorisine girer... O zaman birileri de çıkar barışçıl’dan ne anlaşılması gerektiğine dair gereksiz bir tartışma başlatır...

Önüne insânî sıfatı eklenen bir dizi söylem için de aynı şey söz konusu. Neden insânî yardım deniyor? Veya insânî olmayan bir yardım olabilir mi? Emperyalistlerin yardım dediklerinin yardımla bir ilgisi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Onların yardım dedikleri, sömürüyü, yağmayı, talanı, eşitsiz ilişkiler bütününü, velhasıl bağımlılık ilişkilerini sürdürmenin bir aracı... Bu bilindiğine göre, insânî sıfatı gerçekte olanın üstünü örtüp yanılsama yaratma amacıyla kullanılıyor. ABD’nin insânî müdahale yapması mümkün mü? Asla mümkün değildir ama öyle bir söyleme başvuruluyor. Oysa doğrusu, emperyalist müdahale veya emperyalist saldırı olabilir... İnsânî kalkınma için de aynı şey söz konusu. Eğer kalkınma diye birşey olsaydı, önüne insânî sıfatını eklemeye gerek kalır mıydı?. Gayri insânî kalkınma mı var da siz insânî kalkınmadan söz ediyorsunuz? İnsan yüzlü küreselleşme olmaz, olması için kapitalizmin/emperyalizmin olmaması gerekir. Öyleyse gerçek dünyada olan nedir? Sermayenin yayılması, küreselleşmesidir... Her yılın Ağustos-Eylül aylarında Memur sendikalarıyla hükümet arasında toplu görüşmeler yapılıyor. Belli ki, toplu görüşme uydurulmuş bir söylem ve hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bir kere görüştüğü söylenen taraflardan birinin içi boş, görüşme yeteneği yok, çünkü sendika değil... Sendika olmayana önce sendika deniyor, sonra da toplu görüşme yaptığı sanılıyor. Grev ve toplu sözleşme hakkı olmayan bir örgüt ancak dernek olabilir. Fakat orada da sorun var zira, aidatları devlet ödüyor... Memur maaşlarına yapılacak zam IMF ve Dünya Bankası’nın önerisi doğrultusunda maliye bürokratları tarafından önceden belirleniyor. Sonra da seyirciyi oyalamak için ‘toplu görüşmeler’ oyunu sahneye konuyor... Oyunun inandırıcılığını artırmak için de görüşmeler uyuşmazlıkla sonuçlanınca ‘uzlaştırma kuruluna’ gönderiliyor ve son sözü bakanlar kurulu söylüyor. Peki bu kadar zahmet niye? Bu kadar zahmet içi boş midye kabuğu olan memur sendikalarının içini doluymuş gibi göstermek ve seyirciyi oyalamak için...

Kapitalist patron denmesi gerekene işveren denince, durum bütünüyle değişiyor. Artık kapitalist patron, veren biri olarak alacaklı durumundadır. Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu [TİSK] işvermekten dolayı sanki işçi sınıfından alacaklı duruma getirilmiş oluyor. Bilindiği gibi, veren alacaklıdır... Kitlesel basın açıklaması da son dönemin ideolojik zorlamalarından biri. Basın açıklamasının önüne kitsesel sıfatı getirilince basın açıklamasının mahiyeti değişir mi? Medeniyetler diyaloğu, medeniyetler çatışması, medeniyetler ittifakı, medeniyetler buluşması da emperyalist saldırıyı gizlemek üzere uyduruldu. Birazcık düşünme yeteneğine sahip biri, medeniyetler çatışması diye birşeyin olamayacağını bilir. Medeniyet denilen irade sahibi bir öznemidir ki, kavga etsin, çatışsın, savaşsın! Gerçek dünyada ve tarihte söz konusu olan sadece medeniyetlerin birbirlerinden iktibas yapmasıdır. Bu da birinin gelişmesi, diğerlerinin gelişmesinin koşuludur demektir. Öyleyse çatışan iktidarlar, sınıfsal çıkarlar, emperyalist çıkarlardır. Emperyalist saldırıya emperyalist saldırı dememek için bu tür söylemler uyduruluyor. Rahatsız edici olan insanların bu tür safsataları ciddiye almalarıdır... Halka açılma, halka arz, sermayeyi tabana yayma’ya gelince: herhalde bundan saçma birşey olamaz. Orada söz konusu olan halkı sermaye sahibi yapmak, zenginlerin zenginliğine ortak etmek mi? Böyle birşey eşyanın tabiatına aykırı olmak bir yana, kapitalizm koşullarında tam tersi geçerlidir. Gerçek dünyada geçerli olan halkı sermayeye ortak etmek değil, mülksüzleştirmektir. Aslında birazcık parası olanların elindekini almanın adı sermayeyi tabana yaymaktır... Nerdeyse çalışma yaşındaki her beş kişiden birinin işsiz olduğu, çalışanların çoğunun tam bir sefalet ücreti olan asgari ücretle çalıştığı, açlık ve yoksullukla cebelleşenlerin sayısının her geçen arttığı bir toplumda sermayeyi tabana yaymak, insanlarla alay etmek değil midir?. Ulusal çıkar’a [milli yarar] gelince, böylesine sınıfsal, etnik, cinsiyetçi, kültürel, vb. bölünmelere maruz bir toplumda, ulusal çıkar, ‘milli menfaat’ diye birşey mümkün değildir. Durum öyledir ama politikacılar, hükümet çevreleri, rejimin akıl hocaları, vb. milli yarar [milli menfaat] söylemini dillerinden düşürmezler... Oradaki ideolojik manipülasyon, egemenlerin çıkarını herkesin çıkarıymış gibi göstermekle ilgilidir...

Kalkınma diye bir şey yok, dolayısıyla sürdürülebilir de değildir...

Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu sürdürmek için kuruldu. Birinci emperyalistler arası savaş sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti’nin [Cemiyet-i Akvâm] yerini aldı. Kurulduğu günden beri çevresindeki Bretton-Woods kurumlarıyla [IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.] birlikte emperyalist statükoyu meşrulaştırdı ve dayattı. Elbette bunu her zaman hümanist-iyilikçi bir söylemin gerisine gizlenerek yapacaktı. Aslında halkların değil devletlerin, esasen devletlerin de değil, emperyalist savaşın galibi devletlerin örgütüydü. Sömürgeciliğin ‘klasik versiyonunun’ tasfiyesiyle ortaya çıkan ‘yeni devletler’, özellikle 1955 Bandung Konferansı sonrasında emperyalist statükoyu sarsıcı girişimlerde bulunsalar da, emperyalist merkezlerle çevresi arasındaki sömürü ve bağımlılık ilişkileri ciddi bir değişikliğe uğramadı. Zaten söz konusu rejimler 1970’li yılların sonundan itibaren yeniden kompradorlaşıp neoliberal söyleme ‘uyum’ sağladılar.

İngiliz The Guardian’da Birleşmiş Milletler Örgütü’nün en büyük 50 çokuluslu şirketin oluşturduğu Global Impact’ta katılıp inisiyatif almasıyla ilgili olarak: “Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] batılı şirketlerin hesap vermelerinin yegane aracı olan düzenlemelerini çiğneyip, yeni pazarlara girmelerini sağlayan bir jandarma haline geliyor. İktidar odaklarıyla barış yapan Birleşmiş Milletler Örgütü iktidarsızlara savaş ilan ediyor1” deniyordu. Gazetenin yorumu yerinde ama nüanse edilmesi gerekiyor. BMÖ son dönemde emperyalist sermayenin jandarmalığını yapmıyor, kurulduğu günden beri yaptığı aynı. Lâkin artık son dönemlerde daha pişkin davranıp yaptıklarını gizleme gereği duymuyor…

Kalkınma kavramı, İkinci emperyalist savaşın hemen ertesinde ‘keşfedildi’. Aslında sömürgeciliğin ‘yeni’ versiyonunu dayatmak- kabullendirmek üzere araçlaştırılmış bir kavramdı, dolayısıyla gerçek dünyada bir karşılığı yoktu... Fakat, kalkınma diye bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Kalkınmadan çok söz edildiği yıllarda emperyalist merkezlerle kalkınmakta olduğu söylenen bağımlı ülkeler arasındaki ‘zenginlik’ uçurumu derinleşti ve ‘yakalamanın’ imkânsızlığı anlaşılınca, kavramı kullanmak artık kolay değildi. 1970’li yılların başında ekonomik büyümenin [sermayenin büyümesi] ekolojik sınırı zorladığının ortaya çıkmasıyla, artık yeni bir yalan üretme zamanı gelmişti. 1987’de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Programı [UNEP] tarafından görevlendirilen, başında eski Norveç başbakanlarından Brundtland’ın bulunduğu komisyon imdada yetişti: Komisyonun hazırladığı ve hızla ünlenen raporun adı: ‘Ortak Geleceğimiz’ di... Artık bundan sonra kalkınma değil sürdürülebilir kalkınmadan söz edilecekti... Söylem 1992 Rio Zirvesinde BM Çevre ve Kalkınma Programı genel sekreteri Maurice Strong tarafından küresel bir slogana dönüştürüldü... O tarihten sonra artık herkesin dilinde. Nerdeyse önüne sürdürülebilir eklenmeyen kelime yok gibi... İşte sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir endüstriyel üretim, sürdürülebilir büyüme... Bu zorlama o kadar ileri götürülmüş durumda ki, sürdürülebilir sermaye bile deniyor. İşte oxymore denilen tam da bu... Zaten ‘sürdürülebilirlikten’ herkes canının istediğini anlama eğiliminde. Brundtland raporunda bile altı farklı sürdürülebilirlikten söz ediliyor. Raporun yayınlanmasından iki yıl sonra [1989] Dünya Bankası’ndan John Pessey 37, aynı dönemde François Hatem de 60 farklı sürdürülebilir kalkınma [sustainable development] tanımı tespit etmişti...

Sürdürülebilir kalkınma esas itibariyle iki şey içeriyor: Birincisi, ekonomik büyüme doğanın kendini yenilemesini engellemeyecek tarzda sürdürülmelidir; ikincisi, gelecek kuşakların varlığını tehlikeye atmamalıdır. Eğer söz konusu olan kapitalist büyümeyse, sermayenin büyümesiyse, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesiyse, bunun doğal çevre tahribatı yapmadan yol alması asla mümkün değildir. Zira, kapitalizm her seferinde daha fazla üretmeye, daha fazla yok etmeye, daha fazla kirletmeye mahkûmdur. Bu sistemin mantığında içkin temel bir eğilimdir. Nitekim, BM Stockholm Konferansından 36 yıl, Rio Zirvesinden 16 yıl, Johannesburg’dan 6 yıl sonra doğal çevre tahribatı hızlanarak yol almaktadır. Gelecek kuşaklar ile ilgili kaygıya gelince, bu güne bak anlarsın denecektir. Şimdilerde dünya nüfusunun %20’si dünya kaynaklarının [zenginliğinin densin] %86’sına sahip... Yaşayanlar arasındaki bu skandalı sorun etmeyenlerin gelecek kuşaklar kaygısının bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Kapitalizmin mantığı bir alana ikincisi bedava mantığıdır. BM Çevre ve Kalkınma Programı [UNEP] genel sekreteri Maurice Strong, 4 Nisan 1992’de: “Doğal kaynakların tahribiyle sonuçlanan kalkınma modelimiz sürdürülebilir değildir. Onu değiştirmek zorundayız” demişti. Doğal çevre tahribatının birinci sorumlusu ABD’nin başkanı [baba] George Bush M. Strong’a cevaben: “Yaşam standardımız pazarlık konusu değildir” diyordu... Daha sonra Bill Clinton da Kyoto Protokolü vesilesiyle: “ekonomimize zarar verecek hiçbir şeyin altına imza atmam” diyecekti... Elbette Afganistan ve Irak fatihi İkinci Bush, babasından ve Clinton’dan geri kalacak değildi... Bir Amerikalı sanayici: “Hem ozon tabakasının hem de Amerikan sanayisinin birlikte varolmalarını isteriz” diyor... Sürdürülebilir kalkınma kavramı en çok ‘yardımsever’ ve ‘hümanist’ aydınları, bir de akademi taifesini büyüledi. Gerçek dünyada ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını bilmedikleri, bilmek için yeterli çaba da harcamadıkları bu kavramı şimdilik mevcut durumu sürdürmek için kullanmaya devam ediyorlar ama asıl söz konusu olan tam bir sürdürülemezlik tablosudur. O halde iki şey: Ya vakitlice kapitalist mantığın dışına çıkılacak, ya da sürdürülemezlik mukadder olacak. ‘Büyük İnsanlık’ böyle bir kadere razı olabilir mi? Eğer olmak istemiyorsa, öncelikle bilincini kirleten ‘zehirli kavramlardan’ ve söylemlerden yakayı kurtarması gerekiyor. Velhasıl sorun bilinci özgürleştirecek bir kültür devrimiyle, yeni bir paradigma oluşturmakla ilgili ve bu mümkün...

15 Ocak 2008 Salı

Bulunmaz, Goldoni'yi değerlendiriyor

Bulunmaz'ın tiyatro sohbetleri

Foto: Hilmi Bulunmaz / Hindistan


Coşkun Büktel
14 Ocak 2008


Birkaç ay önce başlattığı görüntülü internet sohbetlerini Hilmi Bulunmaz, zaman içinde bir meddah ustalığı katarak hızla geliştirip sonunda olağanüstü "hisseli ve eğlenceli" birer gösteriye dönüştürdü

Bulunmaz'ın giderek virtüöz kalitesine ulaştırdığı doğaçlama sohbetleri

Bugüne dek, Bulunmaz'ın internet sohbetlerine link vermeyi düşünmemiştim. Çünkü seçtiği konularda herhangi bir hazırlık yapmadan çıkıp daldan dala atlayarak konuşması ve youtube'un zaman sınırlaması olan 10 dakika dolunca, konuşmanın mantıksal doyuruculuğa ulaşmadan aniden son bulması; bende, Bulunmaz'ın eldeki olanağı iyi kullanamadığı, harcadığı duygusunu yaratıyordu. Bulunmaz'a hep, hazırlık yaparak çıkmasını ve elindeki olanağı daha iyi kullanmasını tavsiye ediyordum. O da bana ve izleyicilere, oğlu Cemal Bulunmaz askerden dönünce, bu konuşmaları doğaçlama yapmak yerine, "hazırlanarak" yapacağını vadediyordu. Cemal Bulunmaz 18 Ocak 2008'de askerden dönüyor. Ama ben, Hilmi Bulunmaz'ın internet sohbetlerini "hazırlanarak" yapması gerektiği konusunda artık eskisi kadar emin değilim.

Çünkü Bulunmaz, zaman içinde, bu on dakikalık youtube formatına öylesine egemen hale geldi ki, on dakikanın içinde zamanı mükemmel kullanmayı öğrendiği ve anlatmak istediği şeyi anlamlı bir bütünlüğe ulaştırabildiği gibi, ilk günlerdeki güvensizliğini ve tutukluğunu hızla aşarak, yaptığı tiyatro sohbetlerine tiyatrallik kazandırmayı, olağanüstü meddahlık yeteneğini de katıp, sohbetleri "hisseli ve eğlenceli" birer gösteriye dönüştürmeyi başardı. Hilmi Bulunmaz, özellikle, "peyniri kapmaya çalışan tilki"ye benzettiği Mustafa Demirkanlı'yla "peyniri ağzından bırakmayan karga"ya benzettiği Orhan Alkaya arasında gerçekleşen röportajı ve "Cumhuriyet gazetesinin Carlo Goldoni fiyaskosunu" son iki sohbetinde değerlendirirken, içerik ve görsellik açısından tam bir virtüöz kalitesine ulaşıyor.

Hilmi Bulunmaz kameranın karşısına, doğaçlama yaparak çıkmak yerine, hazırlık yaparak çıkarsa; söz gelimi, "Demirkanlı yalanları"nın ince hilelerini daha net ve anlaşılır biçimde deşifre edebilmek için söyleyeceklerini önceden ezberlerse; sesinde, tonlamalarında ve özellikle el kol hareketlerinde bugün yakalamış olduğu doğallık, sıcaklık, samimiyet ve inandırıcılığı aynı dozda sürdürebilir mi? Yoksa (vandallara hiç de değerli gelmediğinden emin olduğum) o artı değerlerden, doğallık, sıcaklık, samimiyet ve inandırıcılıktan, fire verir mi?

Bu soruya cevap vermek ve cevabın gereğini yapmak Hilmi Bulunmaz'a düşüyor. Karar Hilmi'nin.

Ben kendi payıma, Hilmi Bulunmaz'ın haftalık sohbetlerini izlemek için, Pazar akşamlarını artık iple çekiyorum.

Aşağıda, Hilmi Bulunmaz'ın tiyatro sohbetlerini (sondan başa doğru kronolojik olarak sıralanmış biçimde) toplu halde bulacağınız, tiyatroyun.com sayfasının linkini veriyoruz:

HİLMİ BULUNMAZ'IN TİYATRO SOHBETLERİ

13 Ocak 2008 Pazar

11 Ocak 2008 Cuma

Bulunmaz, "Bayrak skandalı"nı anlatıyor

Büktel, Bulunmaz'ın eleştirisini "GÖR"dü

Coşkun Büktel
10 Ocak 2008


Hilmi Bulunmaz nihayet oyun seyretti ve oyun eleştirisi yazdı

Donkişot Tiyatro'nun Kenter sahnesinde, Şakir Gürzumar rejisiyle sergilediği "Dalga", Bulunmaz'ı tatmin etmedi

Faşizme ve sansüre karşı mesajlar içeren "Dalga", "yalan makinesi" ve tescilli sansürcü Mustafa Demirkanlı tarafından (Bakınız: Demirkanlı yalanları) ayakta alkışlandığı halde; sansürün ve sansürcülerin yeminli düşmanı Hilmi Bulunmaz'ı pek heyecanlandırmadı. Demek ki, ortada sahici olmayan bir şeyler vardı.

Hilmi Bulunmaz'ın sansür karşıtlığı, Bulunmaz'a küfreden yazılara sitesinde sayfa ya da link vermekten asla kaçınmamış ve sitesinde yayınladığı hiçbir yazıyı sitesinden silmek (yani tükürdüğünü yalamak) gibi bir acizliğe alçalmamış olması nedeniyle kesinlikle sahicidir.

"Yaşasın Sansür" ekolünün demirbaşlarından olan Demirkanlı'nın sansürcülüğü ise, (örneğin, demokrat görünme amacıyla önce yayınlayıp daha sonra işine gelmediği için sitesinden silip attığı kendine muhalif bir çok yazı sayesinde ve Demirkanlı'nın insanlara "cevap hakkı" tanımadığını açıkça belirten kendi sözleri ("Feridun Çetinkaya ve Coşkun Büktel yanıt haklarını kullanmak isterlerse, şunu bilmeliler ki başvuracakları yer İstanbul Mahkemeleri’dir. Tekzip kararını getirirler ve yanıt hakları sayfalarımızda yer alır. Biz, Tiyatro Dergisi olarak, ilkel ve iğrenç olmaya devam ediyoruz.") sayesinde yıllar önce belgelenmiş olduğu için, Demirkanlı'nın sansür yandaşlığı da yüzde yüz sahicidir.

Peki öyleyse sahici olmayan şey neydi?

Sansür karşıtı mesajlar içeren "Dalga"yı, tescilli sansürcü Demirkanlı ayakta alkışlarken, sansürün ve sansürcülerin yeminli düşmanı Hilmi Bulunmaz niye doğru dürüst alkışlamadı?

Bu meraklı muammaya cevap bulabilmek için, Hilmi Bulunmaz'ın "Dalga" analizini okumanızı öneriyor ve link veriyoruz:

TELEVİZYON SOSLU FAŞİZM ELEŞTİRİSİ: "DALGA"

Not: Kâzım Şimşek'in, gala gecesi yaşadıklarını öykü tadında anlattığı ve "Dalga"yı tanıttığı sıcak, samimi yazısını okumak için, aşağıdaki başlığı tıklayabilirsiniz:

"DALGA" ADLI OYUN

(Bakınız: coskunbuktel.com)

10 Ocak 2008 Perşembe

Bulunmaz ile söyleşi

Her pazar, saat 14.00-15.00 arası Hilmi Bulunmaz ile istediğiniz konuda söyleşi yapabilirsiniz. Giriş ücretsizdir...

e-posta ile rezervasyon zorunludur...

Not: Yalancılar, sansürcüler, iftiracılar, sanal canavarlar, sanatsal soytarılar ve sanatsal faşistler söyleşiye katılamaz!...

Baylan'dan Büktel'e dostluk mesajı

Müfit Semih Baylan'ın yazımızdan sonra gönderdiği son mesaj

Coşkun bey merhaba,Görünen manzaranın bu durumuyla haklısınız. Ben de sitenizdeyazdığınız yazıyı okuyunca farkettim garabeti. Evet, o yazınız beniçok etkilemişti. Günlerce o yazınızla yattım kalktım. AynenYaşam Kaya ve AKP ile yazdığınız yazıda olduğu gibi.

Hep söylüyorum, yazdığınız yazıların altına ben de imzamıatarım diye. Ama kaynak göstererek tabii ki. Şunu size açıkyüreklilik ile söyleyeyim ki ben aşırma falan yapmadım. Aşırma işibenim en sinir olduğun işlerin başında gelir. Hatta DT\'de bundanbirkaç yıl önce bir oyun müziğinin Jamaikalı Goodbye Company DanceBand adlı topluluktan alındığını ispatlayan ve bunu deşifre eden kişi benim.

Ve şimdi sizin yazınız üzerine söz konusu yazının altınagerekli not konmuştur. Hem de tarihi ile birlikte. Daha öncekonulmamasının nedenini açıklayamıyorum. Unutulmuş olabilir diyeceğim. Niyeunutuyorsun? Bunlar önemli konulardır.

Dostluk konusuna gelince siz benim her zaman dostumsunuz, benieleştireceksiniz tabii. Böylelikle eksiklerimizi düzelteceğiz. Ve budurumda Hilmi Bulunmaz\'ın yanına ben de katılıyorum artık.

Yeniden görüşene değin selam ve sevgiler Trabzon\'dan


M.Semih Baylan

(Bakınız: Büktel, "M. SEMİH BAYLAN / COŞKUN BÜKTEL MEKTUPLAŞMASI ya da BAYLAN BENİ NASIL ŞOKE ETTİ!")

Elsa'nın gözleri

Louis Aragon

Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki herşeyi unuttum içlerinde
(...)

tamamını okuyunuz

Arkadaş Islıkları

Orhan Kemal

Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin, diploman, hatta neler bildiğin de önemli değil. Ne yaptığın önemlidir.

(Bakınız: orhankemal.org)

Berkley

Nazım Hikmet

(...)
Behey
Berkley,
Behey Allahın
Cebrail şeklindeki Ezraili,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Hâlâ geziyor İskoçya köylerinde
adımlarının sesi.
Hâlâ uluyor adımlarının sesine
tüyleri kanlı bir köpek.
Hâlâ
her gece titreyerek
görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
evlerinin
camlarında!
Hâlâ
kanlı beş parmağının izi var
o beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!
(...)

tamamını okuyunuz

8 Ocak 2008 Salı

Ruh ve harf dilencisi!

Sanal tapınakta bulunan piç, bir hiç olduğunu anlayacak yaşa gelince, yaş tahtaya basmaya başladı. Sanatın "s"sinden anlamadığı için, sürekli olarak "anat, anat" diyen piç, kendini de "anatçı" sanıyor. Burnuna bir domates yerleştiren "anatçı" kapı kapı dolaşıp, ruh dileniyor. Ruhsuz adamların ruh ikizi, düşünce yoksunlarının düşünsel akrabası olan piç, "anat, anat" diye hünkürmesine karşın, hiç kimsenin ruhunu kazanabilecek güce sahip olamıyor...

Ayaklar altında sürünen bir sürüngen olan bu "anatçı"ya acıyıp, bir dirhem ruh ve bir de "s" harfi verirsek, belki topluma kazandırabiliriz. Allah rızası için bir dirhem ruh ve bir de "s" harfi...

(Ayrıca bakınız: "Hilmi Bulunmaz sordu")

Şu saatlerde; bir sanat yapıtının ırzına geçiliyor!


Amerikan ayısı, yeniden köpekleşti!

(Ayrıca bakınız: "Hilmi Bulunmaz sordu")

Alçaklık!

Amerikan ayısı, bizim şehit olduğumuzu sanıyor. Oysa biz, şehit değil, şahidiz...

(Ayrıca bakınız: "Amerikan ayısı bayrak seviyor!")

Amerikan ayısı, balık çalıyor!

(Ayrıca bakınız: "Amerikan ayısı bayrak seviyor!")

Yakalandı!

(Kaynak: Gaziantep 27, "Kamera hırsızı yakalandı")

Videolarımız ilgi görüyor

7 Ocak 2008 Pazartesi

Bulunmaz Tiyatro çalışmaları

Kahrolsun sanatsal faşizm!


Hilmi Bulunmaz sordu:

Tüm Amerikan köpekleri yanıtladı:

"HAV HAV HAV!" (Hepimiz!)

Hilmi Bulunmaz sordu:

KUÇU KUÇU KUÇU? (En çok kimi seversiniz?)

"BUSHU BUSHU BUSHU!" (Bunu Türkçeleştirmeye gerek yok. Tüm okurlar anlamıştır.)

(Bakınız: "Amerikan ayısı bayrak seviyor!")

Amerikan ayısı mektup yolladı: "Karda yürüsem de izim belli olur!"

(Bakınız: "Amerikan ayısı bayrak seviyor!")

Amerikan ayısı balı, balığı ve bilgisayarı çok seviyor!

(Bakınız: "Amerikan ayısı bayrak seviyor!")

6 Ocak 2008 Pazar

Amerikan ayısı bayrağa tırmandı!

(Bakınız: "Amerikan ayısı bayrak seviyor!")

Amerikan ayısı bayrak seviyor!

Cami duvarına işeyen Amerikan köpeğini kovalayan mazlum insanlara kızdığı için, bayrağının sapını nereye koyacağını bilemeyen Amerikan ayısı, bayraksız yatağa bile girmiyor. Pijamalarını yarım yamalak giyip, yatağa bayrağıyla giren Amerikan ayısı, zaman zaman bayrağı severken, sapını da kırabiliyor!...

Amerikan ayısının, bayrağıyla özel ilişkiye girdiğini gördüğünüzde, lütfen ürkütmeyin. Amerikan ayısı delidir, ne yapsa yeridir!...

(Ayrıca bakınız: "sahte 'WANTED'")

Bulunmaz anlatıyor

Bulunmaz değerlendiriyor

Bulunmaz anlatıyor

DAŞ DÜŞEBİLÜ AYU ÇIKABİLÜ!

Aşağıda yayımladığımız Amerikan köpeği haberlerinden rahatsızlık duyan bir ayı:

"DİKKAT! Sitemizden DAŞ DÜŞEBİLÜ AYU ÇIKABİLÜ!"

diye gözdağı verip, ayılığını kanıtlamak istiyor...

(Bakınız: "sahte 'WANTED'")

Amerikan köpeği camiye saldırdı!

Camiye saldıran estetik ameliyatlı Amerikan köpeği, bir kadının karşı çıkmasına dişleriyle yanıt verdi. Her şeye karşın ödün vermeyen kadın, Amerikan köpeğini bertaraf etmeyi başardı. Kadının mücadelesi hepimize yol gösteriyor!...

((Bakınız: "sahte 'WANTED'")

Kılık değiştiren Amerikan köpeği!

Bilgisayar teknolojisini öğrendiği Amerikalı sahiplerine sığınan, sanal tapınakta bulunan piç Amerikan köpeği; Amerikan uşaklarının ruh ikizi, düşünsel akrabası olmasına karşın, bir türlü rahatça cami duvarına işeyemiyor. İşetmiyoruz...

Gerçek fotoğrafını teşhir etmemize karşın, sürekli olarak estetik ameliyatla kılık kıyafet değiştiren Amerikan köpeği, şimdi de Amerikan polisinin korumasıyla cami duvarına işemeye çalışıyor. Dikkat edelim ve Amerikan köpeğinin cami duvarına işemesine izin vermeyelim...

(Bakınız: "sahte 'WANTED'")

Sahte "WANTED"

Bilgisayar teknolojisini Amerikalı sahiplerinden öğrenen, sanal tapınakta bulunan piç Amerikan köpeği; Amerikan uşaklarının ruh ikizi, düşünsel akrabası olarak rezil bir yaşam sürüyor!...

Cami duvarına işeme genleriyle dünyaya gelen piç Amerikan köpeği; tam sanal mezarlığa gönülmek üzereyken, estetik ameliyat oldu (bakınız: "Estetik olan Amerikan köpeği!") ve izini kaybettirdi. "Wanted" (aranıyor) afişlerini, her köşe başına astığımız piç Amerikan köpeği, bilgisayarın fotoshop olanaklarından yararlanıp, afişlerin üzerini tek tek örttü ve sanal kararsızlaştırma oluşturmaya çalıştı!...

Sahte "WANTED"lara kulak asmayın!...

Amerikan köpeğinin gerçek fotoğrafını görmek isteyenler, aşağıdaki kaynağa başvurabilirler:

(Bakınız: "Cami duvarına işeyen Amerikan köpeği!")

Estetik olan Amerikan köpeği!

Sanal tapınakta bulunan piç Amerikan köpeği; Amerikan uşaklarının ruh ikizi, düşünsel akrabası olarak rezil bir yaşam sürüyor!...

Cami duvarına işeme genleriyle dünyaya gelen piç Amerikan köpeği; tam sanal mezarlığa gömülmek üzereyken, önce estetik ameliyat oldu ve ardından en yakın kuaföre gidip, kendini düzelttirdi. Böylelikle tanınmaz hale geldi. Yeniden cami duvarına işemeye başladı!...

Amerikan köpeğinin gerçek fotoğrafını görmek isteyenler, her köşe başında bulunan ilanı okuyup, görebilirler:

"WANTED"

Köşebaşına dek gitmeye üşenenler için kaynak veriyoruz:

(Bakınız: "Cami duvarına işeyen Amerikan köpeği!")

5 Ocak 2008 Cumartesi

Cami duvarına işeyen Amerikan köpeği!

Sanal tapınakta bulunan piç Amerikan köpeği; Amerikan uşaklarının ruh ikizi, düşünsel akrabası olarak rezil bir yaşam sürüyor!...

Cami duvarına işeme genleriyle dünyaya gelen piç Amerikan köpeği; sanal mezarlığa gömülmek üzere!...

"Tiyatro Alkış" düzeni alkışlıyor!

Bir yandan devlet çanağını yalarken, diğer yandan belediye çanağını yalamayı becerebilen Tiyatro Alkış; oyuncuları İnci Bademsoy'un da katkısıyla, düzeni alkışlamayı sürdürüyor!...

(Bakınız: "Özel tiyatrolara 2 milyon YTL yardım")
(Bakınız: "Piknik alanlarında çevreci çocuk oyunu: 'Ben Çöp Değilim'")

"Tiyatronline Ankara Eleştirmeni"

tiyatronline sitesinin eleştirmenlerinden Özge Öztürk, tam bir Devlet Tiyatrosu tezgahtarı gibi çalışıyor. Devlet Tiyatroları'nın, insana ninni söyleyen oyunlarını sunan Özge Öztürk, bir yazısını şöyle bitiriyor:

İnsan mısın sen?
Öyle mi sanıyordun?
Makineleri çalıştıran başka bir makinesin yalnızca.
Üstelik yedek parçan o kadar çok ki.

(Kaynak: "Burada, bizde mi? Hadi canım! 'Japon Kuklası' Ankara Devlet Tiyatrosu")

Dünya sadaka istemiyor!

Foto: "Bu dünyaya yardım edebileceğini sanma"yan Ayşe Burcu Eren, rol arkadaşına yardım ediyor!...


Tiyatro siteleri, her ne denli kırpıntı halinde bilgiler içerse de, günümüzün gerçeği olduğundan, yakından izliyorum...

Ayşe Burcu Eren tarafından uyarlanmayı "hak eden" Eugene Ionesco'nun şu sözü, tiyatrocuların edilgenliğinin de alametifarikası adeta:

"Bu dünyaya yardım edebileceğini sanmaktan gülünç ne olabilir?"

Dünyayı dilenci sanan tiyatro esnafını gördükçe, işimizin ne denli zor olduğunu daha iyi anlıyoruz!...

(Kaynak: tiyatronline, "Tiyatro Işık")

Dikkat taş düşebilir, hortlak çıkabilir!

Ay balam!
Tek başına çıkırem men dağlara bala dağlara

Yangını volkan görirem
Cin görirem can görirem
Mezarda hortlak görirem
Bin türlü tufan görirem
Gullidi yaban görirem korkmirem
Korkmirem balam korkmirem

(...)

Küçükken hortlak sözcüğünü duyduğumda, kavramsallaştıramadığım için, büyük bir korku yaşıyordum...

Ne zaman ki Henrik İbsen'in "Hortlaklar" oyununu öğrendim ve ne zaman ki yukarıdaki sözleri içeren halk türküsünü dinledim; ne hortlaktan, ne de hortlaklık yapan Internet canavarlarından korkuyorum...

2 Ocak 2008 Çarşamba

Büktel, yaşamı tiyatralize ediyor

Coşkun Büktel
2 Ocak 2008



Tiyatro sanatının AKP yönetimince, büyük rantlı şehir merkezlerinden sürülüp atılarak, (Beykoz gibi) uzak varoşlara ve vapur sahnelere, denizlere kaydırılmaya; Arap zenginlerine ve alışveriş merkezlerine değerli arsa yaratmak için, tiyatronun, bir anlamda, "denize dökülmeye" çalışıldığı bugünlerde...

Kent Oyuncuları, bilet fiyatlarını halka indiriyor

Aşağıda linkini verdiğimiz habere göre, yeni sezonda sahnelenecek üç oyun için üç bilet birden aldığınızda, her bilet için 25 YTL yerine, üç bilet için 30 YTL ödeyecek ve böylece, Kenter'lerin yeni oyunlarını, sinema fiyatına izleyebileceksiniz.

Bitmedi; Kenter'lerin bir sürprizi daha var: Ayda bir gün, "Ne ödeyebilirsen" uygulaması... Ayda bir gün, Kenter'lerin oyunlarına dilediğiniz fiyatı (1 ya da 2 YTL veya daha az, veya daha çok) ödeyerek girebileceksiniz.

Halkın yararına olan her uygulamayı desteklediğimiz gibi, İstanbul Şehir Tiyatroları'nın kısa süreli 1 YTL uygulamasını desteklediğimiz gibi, Kent Oyuncuları'nın bu uygulamasını da destekliyoruz. Ne var ki, fiyat indirimini önemli bulmakla birlikte, asıl konunun "iyi tiyatro yapmak" olduğu unutulmamalıdır diyoruz.

Asıl konu, seyircileri heyecanlandıracak bir şeyler yapmak... Bilet fiyatlarını azaltmanın, kaliteyi azaltacağını ya da yüksek tutmanın kaliteyi yükselteceğini sanmıyorum. O nedenle, oyun kalitesi ile bilet fiyatlarını iki ayrı konu olarak değerlendirmemiz ve halktan yanaysak, biletlerin ne kadar ucuz olabilirse o kadar ucuz olmasını desteklememiz gerektiğini düşünüyorum. Biletleri ucuz tutan tiyatroların "ucuz oyunlar" sahnelediğine tanık olursanız, bilmelisiniz ki, o tiyatrolar, aslında biletler pahalı olsa da, daha iyi tiyatro yapamazlar (belki ancak "daha pahalı prodüksiyonlar" yapabilirler).

Bilet fiyatlarının ucuz olmasını desteklemekle birlikte, aslolanın, seyirciye tiyatro heyecanı aşılayabilecek prodüksiyonlar yapmak olduğunu söylemiştik. Bu cümle bana, tiyatro heyecanını en yoğun biçimde yaşadığımız 1960'lı yılları hatırlattı:

60'ların sonlarına doğru, İzmir'de, öğleye kadar Alsancak'taki Namık Kemal Lisesi'nde okur, okuldan çıktıktan sonra, Karabağlar, Sinema Durağı'ndaki evime gidecek otobüse binmek üzere, bazen Çankaya'ya, bazen de Konak'a kadar yürürdüm. Yorgun argın eve vardığımda, hemen yemeğimi yiyip, mahallemizde suluboya fırçaları üreten bir atölyeye çalışmaya giderdim. Atölyede, atölyenin sahibi olan iki kardeş dışında, iki de işçi çalışıyordu: Ben ve Erdinç Özdemir... Bugünün şair ve tiyatrocusu Erdinç Özdemir (1950) ilkokuldan sonra okula gitmediği için, fırça atölyesinde, (atölyenin mahallemize gelmesinden önceki yıllardan beri) "tam zamanlı" olarak çalışmakta ve tanıştığımızda (1966 olmalı) yanlış hatırlamıyorsam 15 TL haftalık almaktaydı. Ben atölyedeki işe, Erdinç'le tanışmamızdan bir süre sonra, dahil oldum ve orada saat başı üzerinden ücret alarak ve kaç saat çalışacağıma kendim karar vererek, daha özgür bir program düzeniyle çalıştım. Fırçaların kıllarıyla ilgili "daha ince" işlemleri de yapabilecek kadar usta olsa da, Erdinç de, daha çok, benimle birlikte, (iki farklı boyutta çelik kalemtraştan ibaret olan) torna makinesinde çalışıyordu.

Patronun keresteciden satın aldığı ve binlerce ince, kısa çubuk haline gelinceye dek bıçkıyla doğrattığı, çuval çuval ahşap malzemeyi, tek tek tornadan geçirip sulu boya fırçalarının sapları haline getiriyorduk. Tornadan sonra, sapların zımpara, boya, numara vurma ve kıllarla birleştirme işlemleri de vardı. Ama patronlar bize daha çok torna işini yaptırıyorlardı; çünkü oldukça sağlıksız bir işti. Tek motorla dönen iki çelik kalemtraşta, Erdinç'le birlikte iki saat çalıştıktan sonra, havaya yayılan ahşap tozu yüzünden, çalıştığımız ortamda, neredeyse göz gözü görmez olurdu. Üniversiteyi kazanıp İstanbul'a yerleşmemden önceki birkaç yıl boyunca, yuttuğum toplam odun tozu miktarı yarım kiloyu bulmuş olabilir.

Benim atölyeye katılmamdan sonra, Erdinç'le birlikte patronlara baskı yapıp, ücretlerimizi aşama aşama ama hızla yükseltmiştik. Patronlar, Erdinç'i benim "bozduğumu" sonunda anladıklarında, benden nefret etmiş, benden "o kurt bakışlı Coşkun" diye söz eder olmuşlardı. Ama Erdinç gibi az bulunur bir "sağmal ineği" kaçırmak istemedikleri ve benim işimden de memnun oldukları için, Erdinç sayesinde bana uzun süre tahammül ettiler. Sonunda artık benimle çalışmayacaklarını açıkladıklarında, zaten ben de, Erdinç de, artık onlarla çalışmak istemiyorduk. Son zamanlarımızda, artık Erdinç de benim gibi, saat başı ücret almaya başlamıştı. Benim ücretim, yanlış hatırlamıyorsam, en son olarak, saatte 150 Kuruş'a yükselmişti.

İşte o günlerde, Genco Erkal, "Bir Delinin Hatıra Defteri"yle İzmir Elhamra Sineması'na turneye geldi. Bilet fiyatı yirmi Lira'ydı. Balkon daha ucuzdu ama biz o ilkel ve sağlıksız koşullarda kazandığımız 40 Lira'ya kıyıp, günler önceden ve ön sıraların birinden iki bilet alarak Genco Erkal'ı seyretmeye gitmiştik. Sinemayı çok sevdiğimiz ve sinemalara bedava girebildiğimiz halde, saatte 150 Kuruş kazanarak biriktirdiğimiz iki tane 20 Lira'yla Genco Erkal'ı seyretmeyi tercih etmiştik. (İzmir Belediyesi'nde sinema kontrol memuru olarak çalışan babamın mesleği sayesinde, sinemalar bize bedavaydı. Sinemaların çoğunda babamın yakın arkadaşları vardı ve babamın selamını söyleyerek Erdinç'le birlikte o sinemalara bedava girebiliyorduk.) Ama yine de 40 Lira verip Genco Erkal'ı seyretmekten kaçınmamıştık ve temsilin sonunda Erkal'a ödediğimiz her Kuruş'u helâl ettik. Aylar boyunca, torna tezgahında yan yana çalışırken, Erkal'ın delisini Erkal'ın tonlamalarıyla taklit ederek, kahkahalarla güldük. (Aslında, daha çok ben güldüm; çünkü Erdinç'in taklitleri öylesine başarılı ve öylesine komikti ki, "bi daha yap, bi daha yap!" diye, Erdinç'e adeta yalvarıyordum.) O zamanlar, tiyatro, devletten destek almak ya da sponsorlara yaranmak için değil; yalnızca seyirciler için ve yalnızca seyircilerin desteğine güvenerek yapılıyordu ve seyircileri fena halde etkiliyor, politize ve tiyatralize ediyordu.

Yıllar sonra, sanıyorum 80'lerin sonunda, Genco Erkal, (Kültür Bakanlığı'nın ve belki bugünkü gibi Efes Pilsen'in de desteğiyle) "Bir Delinin Hatıra Defteri"ni, yine Metin Deniz'e ait ama farklı bir dekorla yeniden sanneledi. Bu kez, Kenter'lerin salonunda (ve bedava) seyretmiştim, ama hiç zevk alamadım. Bence dekor da yanlıştı, Erkal'ın o eski ateşinden eser kalmamış olması da yanlıştı.

Bilet fiyatlarında indirime gitmek önemli ama doğru tiyatro yapmak, tiyatro heyecanı ve ateşiyle tutuşmuş olmak ve aylarca konuşacakları ve yıllarca unutmayacakları bir heyecanla (örneğin iki Kenter'in "Bedel"deki gibi iki enfes rolle sahnede yıllar sonra bir kez daha buluşması kadar heyecanlı bir olayla) seyircileri tutuşturmak daha da önemli. (Müşfik Kenter'in "Bedel"deki tefeci karakteri ve o tefecinin Erdinç Özdemir ile haftalarca taklit etmeye çalıştığımız öksürükleri otuz yıldır hâlâ hafızamdan ve kulaklarımdan silinmiyor.) ("Bedel"i de, Erdinç Özdemir ile İzmir Elhamra'da ama bu kez babam sayesinde bedelsiz seyretmiş, büyük keyif almıştık.)

İki Kenter'in Kent Oyuncuları'na kendi kalitelerinde, hiç değilse, üçüncü ve genç bir Kenter katamamış olmasını; kendilerinden sonra tufan anlayışından başka bir nedene yoramıyor ve onların en büyük bencilliği, en büyük tiyatral suçu olarak değerlendiriyorum. Tiyatro sanatının AKP yönetimince, büyük rantlı şehir merkezlerinden sürülüp atılarak, (Beykoz gibi) uzak varoşlara ve vapur sahnelere, denizlere kaydırılmaya; Arap zenginlerine ve alışveriş merkezlerine değerli arsa yaratmak için, tiyatronun, bir anlamda, "denize dökülmeye" çalışıldığı günümüzde; Kenter kardeşlerin herhangi bir nedenle sahneden çekilmelerinden sonra, Harbiye'deki Kenter salonunun da istikbali (indirimleri desteklememize ve her türlü indirime rağmen) pek parlak olmayabilir.

Kent Oyuncuları'nın yeni sezon için bilet fiyatlarında uygulayacağı indirim kampanyasıyla ilgili haberi okumak için, lütfen, aşağıdaki başlığı tıklayınız:

Kenter'lerde indirim

(Kaynak: Büktel, "Kent Oyuncuları, bilet fiyatlarını halka indiriyor")

(Bakınız: Bulunmaz, "Denize küskünler, tiyatrodan anlamaz!")

1 Ocak 2008 Salı