Fikret Başkaya 22 Ocak 2008 Sömürü, yağma, talan, toplumsal eşitsizlik ve hiyerarşi velhasıl egemenlik, ideolojik kölelikle, ideolojik kölelik de insanların bilincinin zehirlenmesiyle mümkün oluyor. Bu amaçla
zehirli kelimeler, kavramlar ve söylemler devreye sokuluyor. Lâkin insanların zihnini zehirleyen kelimeler, kavramlar ve söylemler
sıradan insanların işi değil. Bunun için “konunun uzmanlarının” devreye girmesi gerekiyor. İşte isminin önüne çok sayıda ünvan eklenmiş üniversite üyeleri, gazete köşelerine çöreklenmiş, herşeyi bilen köşe yazarları, ünlü şair ve yazarlar, siyasetin duayeni sayılan burjuva politikacıları, Uluslararası denilen kurumların yöneticileri, televizyon yorumcuları, çok ünlü sanatçılar, yüksek yargının yükseğindekiler, vb. bu amaç için seferber ediliyor. Konunun uzmanı iktisat profesörleri kapitalizmi hiç ağızlarına almadan saatlerce ekonomiyi “tartışıyor” ve insanlar saatlerce onları “seyrediyor”... Kapitalizmi telaffuz etmeden herhangi ekonomik bir sorun tartışılabilir mi? “Konunun uzmanları” öyle münasip görüyorsa neden olmasın! Aslında kimin kimi seyrettiğini bilmek önemli, zira ilişkinin ters olduğunu anlamak için “iletişim uzmanı” olmak gerekmiyor... Aslında televizyon seyircisi izleyen değil, izlenendir. Velhasıl siz televizyonu seyretmiyorsunuz, televizyon sizi seyrediyor... Bu önemli sorunu başka bir yazıda tartışmak üzere, burada oldukça sık kullanılan ve kolayca kabul görüp, itiraz edilmeyen bazı “zehirli” kelimeler, kavramlar ve söylemler üzerinde kısaca duracağım. Fakat daha önce iki hatırlatma yapmam gerekiyor: Birincisi kelimelerin ve kavramların önüne eklenen niteleme sıfatlarıyla ilgili. Eğer bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilmişse, biliniz ki orada mutlaka netâmeli bir şeyler, bir tuzak vardır... Mesela
sürdürülebilir kalkınma gibi. Durup dururken ‘kalkınma’ kavramının önüne
sürdürülebilir sıfatını eklemenin ne âlemi var? Böyle bir ek yapılıyor zira gerçek dünyada
kalkınma diye bir şey yok ve kapitalizm koşullarında asla mümkün de değildir. Bu, ölüyü giydirip, süsleyip bir koltuğa oturtmak gibi gibi bir şey. Kapitalizm asla kalkınma üretmez, orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Eğer siz ideolojik bir manipülasyon yapıp, ekonomik büyümeyi kalkınmayla özdeş sayarsanız, o zaman insanları kalkınma diye birşeyin mümkün olduğuna da ikna edebilirsiniz. Aslında sürdürülebilir kalkınma, kalkınma diye birşeyin olmadığının itirafıdır. Kapitalizm koşullarında -ve sistemin mantığının bir gereği olarak-, ekolojik ve insânî hasarlara neden olmadan sermaye birikimi veya aynı anlama gelmek üzere sermayenin büyümesi mümkün değildir. Böyle bir saçmalığa inanmak için
sermaye için iyi olan herkes için iyidir deyişini içselleştirmiş olmak gerekir. İkincisi, Kadim Grekçe’deki
oxymore kelimesiyle ilgili.
Oxymore, birbiriyle çelişen, eski tabirle biri diğerini naks eden, dolayısıyla yan yana gelmesi caiz olmayan, antinomik iki kelimeyi yan yana getirmek demeye geliyor.
Berrak karanlık gibi... Eğer kapitalizm koşullarında kalkınma diye birşey mümkün değilse, o zaman sürdürülebilir kalkınma da tam bir
oxymoredur. Aşağıda kafaları bulandırmak üzere önlerine niteleme sıfatı getirilen bazı zehirli kelimeler ve kavramlardan söz edeceğim ama hızlıca geçmek kaydıyla... Aksi halde yazının boyutunu çok fazla genişletmek gerekir ki, buradaki amaca uygun değildir...
Uydur uydur söyle... Günlük dilde çok kullanılan zehirli kelime ve kavramlardan bazıları: sürdürülebilir kalkınma, insânî kalkınma, insânî yardım, insânî müdahale, sosyal kalkınma dayanışmacı ekonomi, pozitif ayrımcılık, pozitif milliyetçilik, Kürt sorununa barışçı çözüm, negatif barış, tek yanlı ateşkes, çalışma barışı, işveren, milli yarar [ulusal çıkar- milli menfaat], sağlıkta dönüşüm, kentsel dönüşüm, toplu görüşme, temiz savaş, insan yüzlü küreselleşme, halka açılma, halka arz, sermayeyi tabana yayma, kitlesel basın açıklaması, sivil anayasa, çalışma barışı, nitelikli dolandırıcılık, birlik ve beraberlik, konsensüs, medeniyetler çatışması, medeniyetler diyaloğu...
Şimdilerde sınırlı sosyal güvenlik sistemini de, tasfiye etmek, insan sağlığını ilgilendiren ne varsa metalaştırarak, paralılaştırmak, özelleştirmek, herhangi bir mal gibi alınır-satılır hale getirmek, velhasıl bir kâr aracına dönüştürmek için yoğun bir saldırı söz konusu. Neoliberalizmin talebi doğrultusunda yürütülen bu saldırıya
sağlıkta dönüşüm diyorlar. Elbette size baldıran zehiri içiriyoruz demeyeceklerdir, kızılcık şurubu içiriyoruz diyeceklerdir... Eğer söz konusu
dönüşüm gerçekleşirse, bir kere koruyucu ve tedavi edici tüm sağlık hizmetleri paralı hale gelecektir. Parası olan ve ödediği prim kadar sağlık hizmeti alabilecektir, devletin/ kamunun hiçbir etkinliği kalmayacaktır ve insan sağlığını ilgilendiren herşey yüksek kârlar vaad eden bir alan haline gelecektir. Tabii sağlık hizmetlerinin kalitesinin de düşmesi işin doğası gereğidir.... Zira kâr’ın söz konusu olduğu yerden kalitenin kovulması kaçınılmazdır ama söylem tam da bunun tersidir... Eğer mutlaka sağlık hizmetlerinin kalitesinin yükselmesinden söz edilecekse, bu ancak toplumun zenginliğine el koyan ‘büyük hırsızlar’ için geçerlidir… Onlar gerçekten kaliteli hizmet alabilirler… Daha şimdiden hasta olmayanlara da ilaç satmak için yoğun bir çaba gözleniyor. Daha fazla ilaç satmak için yeni yeni hastalıklar ‘keşfediliyor’... O kadar ki, önce bir ilaç üretiliyor sonra ona uygun hastalık ‘keşfediliyor...’ Bunun son örneği yakın tarihlerde gazetelere de yansıdı. Pfizer ilaç firması gerçek dünyada olmayan bir hastalık için, üstelik müthiş yan etkileri de olan
Lyrica adlı bir ilaç üretti ve daha şimdiden milyonlarca dolar kazandı... Sağlıkta dönüşüm elbette sadece sağlık alanını angaje etmiyor. Emekliliği de problemli hale getiriyor. Yazık ki, bu saldırı karşısında toplum çoğunluğu tepkisiz. Oysa sahip olduğunu koruyamayanın yeni şeyler kazanmasının zorlaşacağı bilinen bir şeydir... Benzer bir durum
kentsel dönüşüm söylemi için de geçerli... Bu, kentlerin yüksek rant vadeden semtlerinin yağmalanması için uydurulmuş bir söylem. Kimse orada yaşayan insanlara ne istiyorsunuz diye sormuyor... Yıkıp, yüksek rant için yeniden inşa etmenin, büyük hırsızlara zenginlik transferinin adı
kentsel dönüşüm...
Son dönemde çok kullanılan söylemlerden biri
pozitif ayrımcılık. Eğer şeyleri adıyla çağırmaya niyetli değilseniz, ideolojik manipülasyona başvurmanız gerekecektir. Ayrımcılığın, daha doğrusu eşitsizliğin üstünü örtüp, mevcut durumu kabullendirmek, sürdürmek, için bu tür icatlar gerekiyor. Böylece sorun çözülüyor, çözülecek, çözüm yoluna girmekte, o işle ilgileniliyor izlenimi yaratılıyor. Yazık ki,
radikal kavramı da hiçbir zaman yerinde kullanılmıyor. Radikal demek, sorunu kökeninden ele almak, kavramak, sonuçlarla değil sebeplerle ilgilenmek demektir. Oysa günlük dilde radikal, ekseri aşırı [ekstrem] anlamında kullanılıyor. Bir kere bir aklıevvel çıkıp zehirli bir kelime veya kavram üretince, artık yol açılıyor... İşte pozitif milliyetçilik, vb. Milliyetçiliğin pozitifi, negatifi, acılısı, az acılısı, orta şekerlisi olur mu? Eğer milliyetçiliğin bir içeriği var ise onu eğip-bükmenin ne âlemi var? Tek yanlı ateşkes olmaz. Ateşkes savaşan taraflar arasında bir anlaşmayı, bir mütarekeyi varsayar. Ancak anlaşma gereği iki taraf da çatışmayı durdurursa, bir ateşkesden söz edilebilir. Taraflardan biri ben ateşi kesiyorum diyebilir ama karşı taraf ateş etmeye devam ettikçe, sizin söylediğinizin bir değeri olmaz... Kürt sorununa barışçıl çözümündeki ‘barışçıl’ gereksizdir. Zira, önemli olan sorunun çözülmesidir. Kürt sorunu çözülsün, çözülmelidir demek yeterlidir. Lâfı uzatmak beyhudedir ve ideolojik manipülasyon kategorisine girer... O zaman birileri de çıkar
barışçıl’dan ne anlaşılması gerektiğine dair gereksiz bir tartışma başlatır...
Önüne
insânî sıfatı eklenen bir dizi söylem için de aynı şey söz konusu. Neden
insânî yardım deniyor? Veya insânî olmayan bir yardım olabilir mi? Emperyalistlerin yardım dediklerinin yardımla bir ilgisi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Onların yardım dedikleri, sömürüyü, yağmayı, talanı, eşitsiz ilişkiler bütününü, velhasıl bağımlılık ilişkilerini sürdürmenin bir aracı... Bu bilindiğine göre, insânî sıfatı gerçekte olanın üstünü örtüp yanılsama yaratma amacıyla kullanılıyor. ABD’nin
insânî müdahale yapması mümkün mü? Asla mümkün değildir ama öyle bir söyleme başvuruluyor. Oysa doğrusu,
emperyalist müdahale veya emperyalist saldırı olabilir... İnsânî kalkınma için de aynı şey söz konusu. Eğer kalkınma diye birşey olsaydı, önüne insânî sıfatını eklemeye gerek kalır mıydı?. Gayri insânî kalkınma mı var da siz insânî kalkınmadan söz ediyorsunuz?
İnsan yüzlü küreselleşme olmaz, olması için kapitalizmin/emperyalizmin olmaması gerekir. Öyleyse gerçek dünyada olan nedir? Sermayenin yayılması, küreselleşmesidir... Her yılın Ağustos-Eylül aylarında Memur sendikalarıyla hükümet arasında
toplu görüşmeler yapılıyor. Belli ki, toplu görüşme uydurulmuş bir söylem ve hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bir kere görüştüğü söylenen taraflardan birinin içi boş, görüşme yeteneği yok, çünkü sendika değil... Sendika olmayana önce sendika deniyor, sonra da toplu görüşme yaptığı sanılıyor. Grev ve toplu sözleşme hakkı olmayan bir örgüt ancak dernek olabilir. Fakat orada da sorun var zira, aidatları devlet ödüyor... Memur maaşlarına yapılacak zam IMF ve Dünya Bankası’nın önerisi doğrultusunda maliye bürokratları tarafından önceden belirleniyor. Sonra da seyirciyi oyalamak için ‘toplu görüşmeler’ oyunu sahneye konuyor... Oyunun inandırıcılığını artırmak için de görüşmeler uyuşmazlıkla sonuçlanınca ‘uzlaştırma kuruluna’ gönderiliyor ve son sözü bakanlar kurulu söylüyor. Peki bu kadar zahmet niye? Bu kadar zahmet içi boş midye kabuğu olan memur sendikalarının içini doluymuş gibi göstermek ve seyirciyi oyalamak için...
Kapitalist patron denmesi gerekene işveren denince, durum bütünüyle değişiyor. Artık kapitalist patron,
veren biri olarak alacaklı durumundadır. Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu [TİSK] işvermekten dolayı sanki işçi sınıfından alacaklı duruma getirilmiş oluyor. Bilindiği gibi, veren alacaklıdır... Kitlesel basın açıklaması da son dönemin ideolojik zorlamalarından biri. Basın açıklamasının önüne
kitsesel sıfatı getirilince basın açıklamasının mahiyeti değişir mi? Medeniyetler diyaloğu, medeniyetler çatışması, medeniyetler ittifakı, medeniyetler buluşması da emperyalist saldırıyı gizlemek üzere uyduruldu. Birazcık düşünme yeteneğine sahip biri, medeniyetler çatışması diye birşeyin olamayacağını bilir. Medeniyet denilen irade sahibi bir öznemidir ki, kavga etsin, çatışsın, savaşsın! Gerçek dünyada ve tarihte söz konusu olan sadece medeniyetlerin birbirlerinden iktibas yapmasıdır. Bu da birinin gelişmesi, diğerlerinin gelişmesinin koşuludur demektir. Öyleyse çatışan iktidarlar, sınıfsal çıkarlar, emperyalist çıkarlardır. Emperyalist saldırıya emperyalist saldırı dememek için bu tür söylemler uyduruluyor. Rahatsız edici olan insanların bu tür safsataları ciddiye almalarıdır... Halka açılma, halka arz, sermayeyi tabana yayma’ya gelince: herhalde bundan saçma birşey olamaz. Orada söz konusu olan halkı sermaye sahibi yapmak, zenginlerin zenginliğine ortak etmek mi? Böyle birşey eşyanın tabiatına aykırı olmak bir yana, kapitalizm koşullarında tam tersi geçerlidir. Gerçek dünyada geçerli olan halkı sermayeye ortak etmek değil, mülksüzleştirmektir. Aslında birazcık parası olanların elindekini almanın adı
sermayeyi tabana yaymaktır... Nerdeyse çalışma yaşındaki her beş kişiden birinin işsiz olduğu, çalışanların çoğunun tam bir sefalet ücreti olan asgari ücretle çalıştığı, açlık ve yoksullukla cebelleşenlerin sayısının her geçen arttığı bir toplumda sermayeyi tabana yaymak, insanlarla alay etmek değil midir?. Ulusal çıkar’a [milli yarar] gelince, böylesine sınıfsal, etnik, cinsiyetçi, kültürel, vb. bölünmelere maruz bir toplumda, ulusal çıkar, ‘milli menfaat’ diye birşey mümkün değildir. Durum öyledir ama politikacılar, hükümet çevreleri, rejimin akıl hocaları, vb. milli yarar [milli menfaat] söylemini dillerinden düşürmezler... Oradaki ideolojik manipülasyon, egemenlerin çıkarını herkesin çıkarıymış gibi göstermekle ilgilidir...
Kalkınma diye bir şey yok, dolayısıyla sürdürülebilir de değildir...Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu sürdürmek için kuruldu. Birinci emperyalistler arası savaş sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti’nin [Cemiyet-i Akvâm] yerini aldı. Kurulduğu günden beri çevresindeki Bretton-Woods kurumlarıyla [IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.] birlikte emperyalist statükoyu meşrulaştırdı ve dayattı. Elbette bunu her zaman hümanist-iyilikçi bir söylemin gerisine gizlenerek yapacaktı. Aslında halkların değil devletlerin, esasen devletlerin de değil, emperyalist savaşın galibi devletlerin örgütüydü. Sömürgeciliğin ‘klasik versiyonunun’ tasfiyesiyle ortaya çıkan ‘yeni devletler’, özellikle 1955 Bandung Konferansı sonrasında emperyalist statükoyu sarsıcı girişimlerde bulunsalar da, emperyalist merkezlerle çevresi arasındaki sömürü ve bağımlılık ilişkileri ciddi bir değişikliğe uğramadı. Zaten söz konusu rejimler 1970’li yılların sonundan itibaren yeniden kompradorlaşıp neoliberal söyleme ‘uyum’ sağladılar.
İngiliz The Guardian’da Birleşmiş Milletler Örgütü’nün en büyük 50 çokuluslu şirketin oluşturduğu Global Impact’ta katılıp inisiyatif almasıyla ilgili olarak:
“Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] batılı şirketlerin hesap vermelerinin yegane aracı olan düzenlemelerini çiğneyip, yeni pazarlara girmelerini sağlayan bir jandarma haline geliyor. İktidar odaklarıyla barış yapan Birleşmiş Milletler Örgütü iktidarsızlara savaş ilan ediyor1” deniyordu. Gazetenin yorumu yerinde ama nüanse edilmesi gerekiyor. BMÖ son dönemde emperyalist sermayenin jandarmalığını yapmıyor, kurulduğu günden beri yaptığı aynı. Lâkin artık son dönemlerde daha pişkin davranıp yaptıklarını gizleme gereği duymuyor…
Kalkınma kavramı, İkinci emperyalist savaşın hemen ertesinde ‘keşfedildi’. Aslında sömürgeciliğin ‘yeni’ versiyonunu dayatmak- kabullendirmek üzere araçlaştırılmış bir kavramdı, dolayısıyla gerçek dünyada bir karşılığı yoktu... Fakat, kalkınma diye bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Kalkınmadan çok söz edildiği yıllarda emperyalist merkezlerle kalkınmakta olduğu söylenen bağımlı ülkeler arasındaki ‘zenginlik’ uçurumu derinleşti ve ‘yakalamanın’ imkânsızlığı anlaşılınca, kavramı kullanmak artık kolay değildi. 1970’li yılların başında ekonomik büyümenin [sermayenin büyümesi] ekolojik sınırı zorladığının ortaya çıkmasıyla, artık yeni bir yalan üretme zamanı gelmişti. 1987’de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Programı [UNEP] tarafından görevlendirilen, başında eski Norveç başbakanlarından Brundtland’ın bulunduğu komisyon imdada yetişti: Komisyonun hazırladığı ve hızla ünlenen raporun adı:
‘Ortak Geleceğimiz’ di... Artık bundan sonra kalkınma değil
sürdürülebilir kalkınmadan söz edilecekti... Söylem 1992 Rio Zirvesinde BM Çevre ve Kalkınma Programı genel sekreteri Maurice Strong tarafından küresel bir slogana dönüştürüldü... O tarihten sonra artık herkesin dilinde. Nerdeyse önüne
sürdürülebilir eklenmeyen kelime yok gibi... İşte sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir endüstriyel üretim, sürdürülebilir büyüme... Bu zorlama o kadar ileri götürülmüş durumda ki,
sürdürülebilir sermaye bile deniyor. İşte
oxymore denilen tam da bu... Zaten ‘sürdürülebilirlikten’ herkes canının istediğini anlama eğiliminde. Brundtland raporunda bile altı farklı
sürdürülebilirlikten söz ediliyor. Raporun yayınlanmasından iki yıl sonra [1989] Dünya Bankası’ndan John Pessey 37, aynı dönemde François Hatem de 60 farklı sürdürülebilir kalkınma [sustainable development] tanımı tespit etmişti...
Sürdürülebilir kalkınma esas itibariyle iki şey içeriyor: Birincisi, ekonomik büyüme doğanın kendini yenilemesini engellemeyecek tarzda sürdürülmelidir; ikincisi, gelecek kuşakların varlığını tehlikeye atmamalıdır. Eğer söz konusu olan kapitalist büyümeyse, sermayenin büyümesiyse, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesiyse, bunun doğal çevre tahribatı yapmadan yol alması asla mümkün değildir. Zira, kapitalizm her seferinde daha fazla üretmeye, daha fazla yok etmeye, daha fazla kirletmeye mahkûmdur. Bu sistemin mantığında içkin temel bir eğilimdir. Nitekim, BM Stockholm Konferansından 36 yıl, Rio Zirvesinden 16 yıl, Johannesburg’dan 6 yıl sonra doğal çevre tahribatı hızlanarak yol almaktadır. Gelecek kuşaklar ile ilgili kaygıya gelince,
bu güne bak anlarsın denecektir. Şimdilerde dünya nüfusunun %20’si dünya kaynaklarının [zenginliğinin densin] %86’sına sahip... Yaşayanlar arasındaki bu skandalı sorun etmeyenlerin gelecek kuşaklar kaygısının bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Kapitalizmin mantığı
bir alana ikincisi bedava mantığıdır. BM Çevre ve Kalkınma Programı [UNEP] genel sekreteri Maurice Strong, 4 Nisan 1992’de:
“Doğal kaynakların tahribiyle sonuçlanan kalkınma modelimiz sürdürülebilir değildir. Onu değiştirmek zorundayız” demişti. Doğal çevre tahribatının birinci sorumlusu ABD’nin başkanı [baba] George Bush M. Strong’a cevaben:
“Yaşam standardımız pazarlık konusu değildir” diyordu... Daha sonra Bill Clinton da Kyoto Protokolü vesilesiyle:
“ekonomimize zarar verecek hiçbir şeyin altına imza atmam” diyecekti... Elbette Afganistan ve Irak fatihi İkinci Bush, babasından ve Clinton’dan geri kalacak değildi... Bir Amerikalı sanayici:
“Hem ozon tabakasının hem de Amerikan sanayisinin birlikte varolmalarını isteriz” diyor... Sürdürülebilir kalkınma kavramı en çok ‘yardımsever’ ve ‘hümanist’ aydınları, bir de akademi taifesini büyüledi. Gerçek dünyada ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını bilmedikleri, bilmek için yeterli çaba da harcamadıkları bu kavramı şimdilik mevcut durumu sürdürmek için kullanmaya devam ediyorlar ama asıl söz konusu olan tam bir sürdürülemezlik tablosudur. O halde iki şey: Ya vakitlice kapitalist mantığın dışına çıkılacak, ya da
sürdürülemezlik mukadder olacak. ‘Büyük İnsanlık’ böyle bir kadere razı olabilir mi? Eğer olmak istemiyorsa, öncelikle bilincini kirleten ‘zehirli kavramlardan’ ve söylemlerden yakayı kurtarması gerekiyor. Velhasıl sorun bilinci özgürleştirecek bir kültür devrimiyle, yeni bir paradigma oluşturmakla ilgili ve bu mümkün...