2 Ocak 2008 Çarşamba

Büktel, yaşamı tiyatralize ediyor

Coşkun Büktel
2 Ocak 2008



Tiyatro sanatının AKP yönetimince, büyük rantlı şehir merkezlerinden sürülüp atılarak, (Beykoz gibi) uzak varoşlara ve vapur sahnelere, denizlere kaydırılmaya; Arap zenginlerine ve alışveriş merkezlerine değerli arsa yaratmak için, tiyatronun, bir anlamda, "denize dökülmeye" çalışıldığı bugünlerde...

Kent Oyuncuları, bilet fiyatlarını halka indiriyor

Aşağıda linkini verdiğimiz habere göre, yeni sezonda sahnelenecek üç oyun için üç bilet birden aldığınızda, her bilet için 25 YTL yerine, üç bilet için 30 YTL ödeyecek ve böylece, Kenter'lerin yeni oyunlarını, sinema fiyatına izleyebileceksiniz.

Bitmedi; Kenter'lerin bir sürprizi daha var: Ayda bir gün, "Ne ödeyebilirsen" uygulaması... Ayda bir gün, Kenter'lerin oyunlarına dilediğiniz fiyatı (1 ya da 2 YTL veya daha az, veya daha çok) ödeyerek girebileceksiniz.

Halkın yararına olan her uygulamayı desteklediğimiz gibi, İstanbul Şehir Tiyatroları'nın kısa süreli 1 YTL uygulamasını desteklediğimiz gibi, Kent Oyuncuları'nın bu uygulamasını da destekliyoruz. Ne var ki, fiyat indirimini önemli bulmakla birlikte, asıl konunun "iyi tiyatro yapmak" olduğu unutulmamalıdır diyoruz.

Asıl konu, seyircileri heyecanlandıracak bir şeyler yapmak... Bilet fiyatlarını azaltmanın, kaliteyi azaltacağını ya da yüksek tutmanın kaliteyi yükselteceğini sanmıyorum. O nedenle, oyun kalitesi ile bilet fiyatlarını iki ayrı konu olarak değerlendirmemiz ve halktan yanaysak, biletlerin ne kadar ucuz olabilirse o kadar ucuz olmasını desteklememiz gerektiğini düşünüyorum. Biletleri ucuz tutan tiyatroların "ucuz oyunlar" sahnelediğine tanık olursanız, bilmelisiniz ki, o tiyatrolar, aslında biletler pahalı olsa da, daha iyi tiyatro yapamazlar (belki ancak "daha pahalı prodüksiyonlar" yapabilirler).

Bilet fiyatlarının ucuz olmasını desteklemekle birlikte, aslolanın, seyirciye tiyatro heyecanı aşılayabilecek prodüksiyonlar yapmak olduğunu söylemiştik. Bu cümle bana, tiyatro heyecanını en yoğun biçimde yaşadığımız 1960'lı yılları hatırlattı:

60'ların sonlarına doğru, İzmir'de, öğleye kadar Alsancak'taki Namık Kemal Lisesi'nde okur, okuldan çıktıktan sonra, Karabağlar, Sinema Durağı'ndaki evime gidecek otobüse binmek üzere, bazen Çankaya'ya, bazen de Konak'a kadar yürürdüm. Yorgun argın eve vardığımda, hemen yemeğimi yiyip, mahallemizde suluboya fırçaları üreten bir atölyeye çalışmaya giderdim. Atölyede, atölyenin sahibi olan iki kardeş dışında, iki de işçi çalışıyordu: Ben ve Erdinç Özdemir... Bugünün şair ve tiyatrocusu Erdinç Özdemir (1950) ilkokuldan sonra okula gitmediği için, fırça atölyesinde, (atölyenin mahallemize gelmesinden önceki yıllardan beri) "tam zamanlı" olarak çalışmakta ve tanıştığımızda (1966 olmalı) yanlış hatırlamıyorsam 15 TL haftalık almaktaydı. Ben atölyedeki işe, Erdinç'le tanışmamızdan bir süre sonra, dahil oldum ve orada saat başı üzerinden ücret alarak ve kaç saat çalışacağıma kendim karar vererek, daha özgür bir program düzeniyle çalıştım. Fırçaların kıllarıyla ilgili "daha ince" işlemleri de yapabilecek kadar usta olsa da, Erdinç de, daha çok, benimle birlikte, (iki farklı boyutta çelik kalemtraştan ibaret olan) torna makinesinde çalışıyordu.

Patronun keresteciden satın aldığı ve binlerce ince, kısa çubuk haline gelinceye dek bıçkıyla doğrattığı, çuval çuval ahşap malzemeyi, tek tek tornadan geçirip sulu boya fırçalarının sapları haline getiriyorduk. Tornadan sonra, sapların zımpara, boya, numara vurma ve kıllarla birleştirme işlemleri de vardı. Ama patronlar bize daha çok torna işini yaptırıyorlardı; çünkü oldukça sağlıksız bir işti. Tek motorla dönen iki çelik kalemtraşta, Erdinç'le birlikte iki saat çalıştıktan sonra, havaya yayılan ahşap tozu yüzünden, çalıştığımız ortamda, neredeyse göz gözü görmez olurdu. Üniversiteyi kazanıp İstanbul'a yerleşmemden önceki birkaç yıl boyunca, yuttuğum toplam odun tozu miktarı yarım kiloyu bulmuş olabilir.

Benim atölyeye katılmamdan sonra, Erdinç'le birlikte patronlara baskı yapıp, ücretlerimizi aşama aşama ama hızla yükseltmiştik. Patronlar, Erdinç'i benim "bozduğumu" sonunda anladıklarında, benden nefret etmiş, benden "o kurt bakışlı Coşkun" diye söz eder olmuşlardı. Ama Erdinç gibi az bulunur bir "sağmal ineği" kaçırmak istemedikleri ve benim işimden de memnun oldukları için, Erdinç sayesinde bana uzun süre tahammül ettiler. Sonunda artık benimle çalışmayacaklarını açıkladıklarında, zaten ben de, Erdinç de, artık onlarla çalışmak istemiyorduk. Son zamanlarımızda, artık Erdinç de benim gibi, saat başı ücret almaya başlamıştı. Benim ücretim, yanlış hatırlamıyorsam, en son olarak, saatte 150 Kuruş'a yükselmişti.

İşte o günlerde, Genco Erkal, "Bir Delinin Hatıra Defteri"yle İzmir Elhamra Sineması'na turneye geldi. Bilet fiyatı yirmi Lira'ydı. Balkon daha ucuzdu ama biz o ilkel ve sağlıksız koşullarda kazandığımız 40 Lira'ya kıyıp, günler önceden ve ön sıraların birinden iki bilet alarak Genco Erkal'ı seyretmeye gitmiştik. Sinemayı çok sevdiğimiz ve sinemalara bedava girebildiğimiz halde, saatte 150 Kuruş kazanarak biriktirdiğimiz iki tane 20 Lira'yla Genco Erkal'ı seyretmeyi tercih etmiştik. (İzmir Belediyesi'nde sinema kontrol memuru olarak çalışan babamın mesleği sayesinde, sinemalar bize bedavaydı. Sinemaların çoğunda babamın yakın arkadaşları vardı ve babamın selamını söyleyerek Erdinç'le birlikte o sinemalara bedava girebiliyorduk.) Ama yine de 40 Lira verip Genco Erkal'ı seyretmekten kaçınmamıştık ve temsilin sonunda Erkal'a ödediğimiz her Kuruş'u helâl ettik. Aylar boyunca, torna tezgahında yan yana çalışırken, Erkal'ın delisini Erkal'ın tonlamalarıyla taklit ederek, kahkahalarla güldük. (Aslında, daha çok ben güldüm; çünkü Erdinç'in taklitleri öylesine başarılı ve öylesine komikti ki, "bi daha yap, bi daha yap!" diye, Erdinç'e adeta yalvarıyordum.) O zamanlar, tiyatro, devletten destek almak ya da sponsorlara yaranmak için değil; yalnızca seyirciler için ve yalnızca seyircilerin desteğine güvenerek yapılıyordu ve seyircileri fena halde etkiliyor, politize ve tiyatralize ediyordu.

Yıllar sonra, sanıyorum 80'lerin sonunda, Genco Erkal, (Kültür Bakanlığı'nın ve belki bugünkü gibi Efes Pilsen'in de desteğiyle) "Bir Delinin Hatıra Defteri"ni, yine Metin Deniz'e ait ama farklı bir dekorla yeniden sanneledi. Bu kez, Kenter'lerin salonunda (ve bedava) seyretmiştim, ama hiç zevk alamadım. Bence dekor da yanlıştı, Erkal'ın o eski ateşinden eser kalmamış olması da yanlıştı.

Bilet fiyatlarında indirime gitmek önemli ama doğru tiyatro yapmak, tiyatro heyecanı ve ateşiyle tutuşmuş olmak ve aylarca konuşacakları ve yıllarca unutmayacakları bir heyecanla (örneğin iki Kenter'in "Bedel"deki gibi iki enfes rolle sahnede yıllar sonra bir kez daha buluşması kadar heyecanlı bir olayla) seyircileri tutuşturmak daha da önemli. (Müşfik Kenter'in "Bedel"deki tefeci karakteri ve o tefecinin Erdinç Özdemir ile haftalarca taklit etmeye çalıştığımız öksürükleri otuz yıldır hâlâ hafızamdan ve kulaklarımdan silinmiyor.) ("Bedel"i de, Erdinç Özdemir ile İzmir Elhamra'da ama bu kez babam sayesinde bedelsiz seyretmiş, büyük keyif almıştık.)

İki Kenter'in Kent Oyuncuları'na kendi kalitelerinde, hiç değilse, üçüncü ve genç bir Kenter katamamış olmasını; kendilerinden sonra tufan anlayışından başka bir nedene yoramıyor ve onların en büyük bencilliği, en büyük tiyatral suçu olarak değerlendiriyorum. Tiyatro sanatının AKP yönetimince, büyük rantlı şehir merkezlerinden sürülüp atılarak, (Beykoz gibi) uzak varoşlara ve vapur sahnelere, denizlere kaydırılmaya; Arap zenginlerine ve alışveriş merkezlerine değerli arsa yaratmak için, tiyatronun, bir anlamda, "denize dökülmeye" çalışıldığı günümüzde; Kenter kardeşlerin herhangi bir nedenle sahneden çekilmelerinden sonra, Harbiye'deki Kenter salonunun da istikbali (indirimleri desteklememize ve her türlü indirime rağmen) pek parlak olmayabilir.

Kent Oyuncuları'nın yeni sezon için bilet fiyatlarında uygulayacağı indirim kampanyasıyla ilgili haberi okumak için, lütfen, aşağıdaki başlığı tıklayınız:

Kenter'lerde indirim

(Kaynak: Büktel, "Kent Oyuncuları, bilet fiyatlarını halka indiriyor")

(Bakınız: Bulunmaz, "Denize küskünler, tiyatrodan anlamaz!")