23 Kasım 2009 Pazartesi

urladan ankaraya


Nedim Saban
23 Kasım 2009


Öncelikle Orhan Aydın’dan izin alarak sanat korkakların işi değildir demek istiyorum.

Sanat korkakların işi değildir diyerek başlayalım söze.

Korkakların işi olsaydı, Urla’da 4O derecenin altında, kışın soğuk günlerinde de, üşüdüğümüzde bir battaniyeye gereksinimimiz olacağını öngörüp, bu battaniyeyi -_40 derecede birbirimizle paylaşmanın önünü açmazdık.

Bakın arkadaşlar, hava sıcakken, tek bir battaniyeyi paylaşma kahramanlığı yapmak çok kolaydır ama bıçak kemiğe dayandığında, o battaniye değere biner.

Hele hele şimdilerde domuz gribi var değil mi?

Battaniyeden mikrop geçme bahanesi uydurmak içten değil.

O zaman battaniye, ilk sahibinde mi kalmalı?

Yoksa yine, her şeye rağmen paylaşılmalı mı?

En çok üşüyene mi uzatmalıyız battaniyeyi? Yoksa kendini en çok üşür gibi gösterene mi?

Ya hiç üşüdüğünü belli etmeyenin çok ihtiyacı varsa?

Ya da solcu söylemimize sığınarak, küçük parçalara mı ayırsak battaniyeyi? Göstermelik olarak herkes yararlanır gibi görünür ama herkes üşümeye devam eder!

…..

Arkadaşlar, sanat korkakların işi değildir.

Hele hele şu dönemde tiyatro yapabilmek, başlıbaşına cesaret ister.

Biz tiyatroyu varolabilmek için yapıyorsak eğer, aydınların halen hapislerde yattığı, telekulak skandallarının yaşandığı Türkiye’de, bırakın tiyatro yapmayı, onurlu bir biçimde varolabilmek bile cesaret istiyor.

Gönül bugünkü kurultayda tiyatro estetiği üzerine konuşmamızı, çalıştaylarımızı bu yönde yoğunlaştırmamızı dilerdi ancak Türk Tiyatrosu şu anda çok daha zorlu bir süreç yaşamakta.

Ne yazık ki tiyatro estetiği tartışmaları bir başka bahara kalacak gibi görünüyor.

Tiyatro estetiğini sorgulayacak olan eleştirmenin bile yazı yazma özgürlüğü elinden alınmıştır. Bir tiyatro eleştirmeni bir yazı kaleme aldığı anda, sanatçı dostlarımız bile hedef şaşırtmakta, polemik konuları yaratılmakta, “sen benim kim olduğumu biliyor musun” tartışmaları, “sen benim kimlerden olduğumu biliyor musun”a kadar varmaktadır.

Ne yazık ki artık ödenekli tiyatrolarda oyun yönetenler bile, “o yönetimin adamı”, “bu yöneticinin adamı” oldukları için ülkedeki akademik tiyatro eleştirisi mekanizmasını bile sorgular olmuşlar, “sana bu yazıyı kimin adamları yazdırttı ” mantığıyla saldırı mekanizması geliştirmeye başlamışlardır.

Kaldı ki, kartel medyasında bugünün rafine olmuş sanat eleştirmeni zaten yerini çoktan kaybetmiş, internettede klavyesi olan konuşuyor aşamasına geçmiştir.

Bu bağlamda, 21.yüzyıl tiyatrosunda dünya yepyeni bir yapılanmayı konuşurken, Türk Tiyatrosu kısır tartışmalardan öteye gidemez olmuştur. Ancak, bu kısır döngünün aşılması için, her anlamda ifade özgürlüğüne gerek vardır ki, işte bu kurultay, bu hedefe dönüktür.

Bu kurultayda sadece tiyatro sanatçılarının kendilerini ifade etmeleri değil, eleştirmenlerin de kendilerini özgürce ifade edebilmeleri amaçlanmaktadır.

Bunun için, dayanışma en önemli gerekliliktir.

Bizler, Urla’da bu yola başkoyduğumuzdan beri, örneğin Mustafakemalpaşa’da yerel seçimlerde siyasi erkin değişmesinden sonra bir ödenekli tiyatronun baskı görmesine hemen karşı çıktık ve hemen sonuç aldık.

İTÜ Taşkışla Sahnesi’nde dekanlık tarafından siyasi baskılar nedeniyle salonları ellerinden alınan arkadaşlarımızın yanında olduk.

Bugünkü kurultayda yapılacak olan çalıştayları beklemeden kolları sıvadık, yani Urla’da devraldığımız battaniyeleri -40 dereceyi beklemeden, hemen uzattık.

İstanbul’da, Beşiktaş Belediyesi’nin desteğini alarak, sel felaketinden hasar gören Aziz Nesin Vakfı yararına bir festival gerçekleştirdik. Her hafta oyunlar düzenleyerek, oyunlarımızın gelirlerini vakfa bağışlıyoruz.

Bizler, çatı örgütlenmesini kurduğumuz şu süreçte projelerimizi anlatmak yerine, yaptıklarımızla varolmanın daha doğru olduğunu düşünüyoruz.

Çünkü kaybedecek bir dakikamız bile yoktur.

Urla’dan Ankara’ya kadar mevsim yazdan kışa dönmüş olabilir, ancak ne yazık ki, Türkiye’de karanlıktan aydınlığa doğru bir dönüş sözkonusu değil.

O yüzden güneşin hareketlerine aldanarak, yapay hareketlenmelere kanmayalım!

Bir tiyatro yasası için bugün bu kurultayda mücadele verelim.

Birbirimizle değil, statükoyla kavga edelim.

Bugünkü zamanı bu yönde olumlu olarak kullanalım.

Aksi halde, yeni anayasadan sanat kavramı bir gecede bir darbeyle çıkartıldığı zaman, hangi battaniyeye sarılacağımızı bilemeyiz.

Sansüre karşı, bugün burada mücadele verelim.

Duymak istediğimiz ve istemeyeceğimiz her şey için, sağcısı ve solcusunun da ifade özgürlüğü için savaşalım.

Oyunların hiçbir biçimde açık ya da kapalı şekilde sansürlenmesine izin vermeyelim.

Burada ifade özgürlüğüne destek verirken, ne yazık ki içine atıldığım ve başta Ömer Faruk kurhan olmak üzere Türkiye Tiyatrolar Birliği’ndeki tüm dostlarımın aydın sorumluluğuyla kınadığı ırkçılık konusuna değinmeden geçemeyeceğim. Sanatçı aydın olmak zorunda değildir, cahil bir kişi de duyarlılıklarını kullanarak tiyatro sanatının içinde yer alabilir tabi ancak sanatçı hiçbir biçimde savaşa, önyargıya, insanlık suçlarına, ırkçılığa destek veremez, prim veremez, alet olamaz.

Özellikle, bugünlerde, Barış İçin Sanat Girişimi gibi sivil toplum örgütlenmeler yapılanırken, biz sanatçılar 18 Mayıs gibi onurlu yürüyüşlere imza atarken, “insanı insana düşüren hiçbir kavgaya destek veremeyiz.

Düşmanımın düşmanı benim dostumdur diyerek dost kazandığımızı sanıp, o dönem çıkarlarımıza uymayan ya da çatıştığımız bir kişiyi ötekileştirerek ırkçılığa prim verirsek, birgün tüm kalelerimiz düşecektir.

Birbirimizi sevmek, hatta saymak zorunda değiliz.

Birbirimizin oyunlarını beğenmek zorunda olmadığımız gibi, gün gelir, ilerideki kurultaylarda birbirimizi estetik olarak eleştirecek günlerin de ortamı oluşur.

Türkiye Tiyatrolar Birliği Dönem Sözcüsü Arkadaşımız Zafer Gecegörür’ün bir yanlış anlamadan kaynaklanan oyun adı konusundaki karışıklığı bugün burada tartışacak olgunluğa sahibiz çünkü onun etik değerlerine, sanatsal duyarlılığına güveniyoruz.

Ancak tartışılamayacak bir konu, bir insanı, dili, dini, ırkı, politik görüşü, düşünceleri cinsiyeti, cinsel seçimi üzerinden yargılamaktır. Tiyatroda ve yaşamda cinsiyetçilik, ırkçılık ve en basitten insanı insan yapan değerlerin yanında olmalıyız. Bu konuda fazla bilgi sahibi olmamakla birlikte, tiyatro yayıncılarının da bir çalışma içinde olduğunu biliyorum.

Çatı örgütlenmesine gidilen bu süreçte her anlamda fikir birliğine değil ama birleşmeye gerek vardır, eylem kırmaya değil.

İstanbul’da 85 tiyatro topluluğu, 32 kültür sanat kurumu, 8 sivil toplum kuruluşu, 9 tiyatro örgütünün katıldığı ve alınan kararla bugün yenilenen bu kurultayın sonucunda bir çatı örgütlenmesi kurulması hedeflenmektedir. Bunu gerçekleştirmek, aydın olarak ve sanatçı olarak sorumluluğumuzdur.

Bu yapılanmaya destek vermek zorunluluğu yok tabi. Destek vermeyenlere kırılmak, kızmak çocukça olur. Ancak, niye destek verilmediğini bilmek gerekir.

Ancak düşmanımın düşmanı benim dostumdur diyerek, bu önemli yapılanmayı kısır tartışmalara çekmeyelim, kişisel kavgalarla Türk Tiyatrosu’nun olası aydınlık geleceğini karartmayalım.

Feridun Çetinkaya adlı eleştirmen arkadaşımız belki bu yapılanmadan hoşlanmadığı için, belki düşmanımın düşmanı benim dostumdur dediği için , belki de Tuncay Özinel’in sözünden gerçekten rahatsız olmadığı için olsa gerek, onu kınamak gereğini duymamıştır. Buna da saygı duymak gerektiği gibi, kendisine cevap hakkı tanımak, en önemlisi kısırdögü haline gelmiş Bulunmaz/ Büktel polemiğini bu tertemiz alana taşımamak gerekir. Bu nedenle Tiyatro Dergisi’nin Çetinkaya’nın tekzip metnini yayınlaması gerektiğini düşünüyorum. Bundan daha önemlisi, Özinel’in saldırılarının oklarının hedefi olduğum halde, hiçbir komplo teorisi üretmeyelim. Özinel’in söyleminden rahatsız olmadığını söyleyen Çetinkaya’yı koşulsuz olarak ırkçı ilan etmek ne kadar doğrudur tartışılır. Dünyada ve ülkemizde ırkçılık alenen yasakken, ne yazık ki Özinel’i kınayan google grup, onun saldırılarını halen denetlemeden yayınlayabilmekte ve Özinel’in sekreterliğini yaptığı dernek bu konuda hiçbir açıklama yapmamaktadır. Bütün bu gerçekler göz önüne alındığında, ne yazık ki, 2010 Türkiye’sinde bu hedef göstermelere belki de alışmamız gerekiyor. Cadı avını kanıksamamız mümkün değil tabi, bize sahip çıkanlara teşekkürü bir borç bilip, bu konuda susanları da tarihin yargılamasına bırakmak gerek.

Heinrik İbsen, Hortlaklar oyununda, insanın geçmişin suçlarıyla doğduğundan sözeder.

Geçmişi temizlemek sözkonusu olmadığı gibi, unutmak, sıfırlamak mümkün değil tabi.

Ancak gelecekte yapmamız gerekenler çok yüklü olduğu için, hortlakların bizi avlamasına izin vermemelim.

Bugün Tiyatro Kurultayı’nda, geçmişteki söylemleri ve kısır döngüleri boşlayıp, geleceğe yoğunlaşalım,

Tiyatroda cadı kazanının kaynadığı yaygın bir söylem.

Son yıllarda cadı avını andıran bir karalama da var zaten.

İktidarın bize dayattığı avın tuzağına düşmemek için, önce aydınlık geleceğimizi sağlamlaştırmamız, geleceğimizi aydınlaştırmamız lazım.

Bunu yaparsak, geçmişin karanlık bulutları, gelecekte üzerimize yağmur olarak yağar ve bizi ferahlatır.