politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2007 Çarşamba

Yasama, yürütme, yargı ve halk...

Halkın değil, süngünün gücüne güvenen egemenlerin oluşturduğu; yasama, yürütme, yargı kurumları, doğal ki, halkın istemlerine yanıt vermiyor...

İnsan doğasına aykırı olan kapitalizmle yönetilmek istenen ülkemiz, sürekli olarak karaya oturuyor...

Her ne denli, çelişkileri varmış gibi görünse de; yürütmeyle yargı yada yürütmeyle yasama, zaman zaman birbirlerini anlamakta zorlanıyorlar!

tıkla: Milliyet

20 Mayıs 2007 Pazar

Necla Arat meselesi

Ahmet HAKAN

* BEN aslında "Azılı bir şeriatçı" imişim ve Prof. Dr. Necla Arat’a da o yüzden saldırıyormuşum! Bu görüşü ortaya atanlara sadece şunu hatırlatmak isterim:

Peki benim gibi "Azılı bir şeriatçı", neden Cumhuriyet mitinglerinin başaktörü Prof. Dr. Türkan Saylan hakkında bir "intihal" iddiası ortaya atmıyor da, "ikinci aktör" Necla Arat ile uğraşıyor? Hatta benim gibi biri Arat’ı diline dolarken, neden Türkan Saylan’ın kendi alanında çok saygın bir hoca olduğunu kabul ediyor?

* Necla Arat, beni mahkemeye verecekmiş. Ah keşke! Belki böylece üniversitenin tozlu raflarında kalan o meşhur "disiplin cezası", mahkeme kararıyla da tescillenmiş olur. Ama şimdiden anlaşalım: Necla Arat aleyhinde bir karar çıktığında, mahkemenin yeterince Atatürkçü olmadığını söylemek yok.

* Benim kanaatim şudur: Bu memlekette ne zamanki Ömer Dinçer’in intihal olayını Vakit Gazetesi, Necla Arat’ın intihal olayını da Cumhuriyet Gazetesi enine boyuna işler... İşte o zaman "Benim hırsızım / Senin hırsızın" meselesi biter. Aksi olmadıkça işimiz çok zor.

* Necla Arat’ın yakın silah arkadaşı Aysel Çelikel, "Necla Arat’ı yedirmeyiz" türünden bir beyanat patlatmış. Keşke Aysel Hanım, "Arkadaşa koltuk çıkma" kabilinden feodal bir tutum takınacağına, yakın arkadaşı Necla Arat’a dönüp, "Necla! Sahi sen 6 ay üniversiteden neden uzaklaştırılmıştın?" diye sorabilseydi...

* Bir gazeteci, "220 sayfalık bir çalışmanın 200 sayfası resmen başka yerden araklanmış!" bilgisini alınca ne yapar? Araklayanın kimliğine bakıp, "Tam da dip dalgasının tavan yaptığı, ulusal şahlanışın göz yaşarttığı bir dönemde bir Atatürk kadınını hırpalayıp AKP’nin değirmenine su taşıyamam" diyerek dosyayı elinin tersiyle iter mi? Peki DSP Lideri Zeki Sezer’in dediği gibi "hakkaniyet" duygumuz ne olacak?

* Ömer Dinçer için anında toplanıp karar çıkaran YÖK, Necla Arat konusunda neden susuyor? Üstelik YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in "İntihal iddiaları konusunda fevkaladenin fevkinde bir duyarlılık taşıyoruz" vurgulu bir açıklaması hálá kulaklarımızda çınlarken? Adalet duygusunun zedelenmesinin ne türden travmalara yol açabileceğini Teziç Hoca bilmiyor mu?

* İlkemiz şudur: Hiçbir hırsız, "İyi ama ben Müslüman’ım, o nedenle benim hırsızlığımı hoş gör" diyemez. Derse, "Hadi oradan... Sen önce ahlaklı ol" deriz. Hiçbir hırsız, "İyi ama ben laikim, çağdaşım, Atatürkçüyüm, o nedenle benim hırsızlığımı hoş gör" diyemez. Derse, "Hadi oradan... Sen önce ahlaklı ol" deriz. Mesele bundan ibarettir.

Bu Arınç’a eyvallah

MECLİS Başkanı Bülent Arınç, CNN Türk’te Taha Akyol’un sorularını yanıtlıyordu.

İzlerken dedim ki:

"Yahu ne olmuş bu Arınç’a böyle!"

Çünkü...

Pehlivan fıkraları anlatan, "Ne yazık ki Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs’ta bitiyor" diye kafa yapan, "Dindar Cumhurbaşkanı" vurgusuyla ortalığı karıştıran, Gül’ün adaylığı belli olunca "Hah! Şimdi oldu! Ben artık aday değilim" diyerek muzafferane havalar atan, geçimsiz ve hayli ideolojik o Bülent Arınç gitmiş...

Yerine...

Tibet yaylalarında keşiş hayatı yaşayarak iç huzurunu yakalamış barışçı bir Dalay Lama gelmiş.

Sanki karşımızda yaptığı her açıklamayla krizi tetikleyen bir siyasetçi değil de, sorumluluk duygusunu abartan bir Nizamülmülk var.

Şöyle ki:

Bu Arınç, özeleştiri yapıyor, Köşk’e vekálet etmesinin şık kaçmayacağını söylüyor, Manisa’da mitingciler arasında olmak istediğini belirtiyordu.

Hatta...

Bir ara Taha Akyol’a, "Hata yaptığımı mı söylüyorsunuz? O zaman eyvallah" bile demeyi bile ihmal etmiyor.

Dikkat!

Belki de gerçek Bülent Arınç budur.

Bülent Arınç, AKP’nin kuruluşunda, "Toplumu kucaklayalım, imajımızı düzeltelim, merkez partisi olalım, askerle kavga etmeyelim" diye haykıran bir siyasetçi değil miydi?

O halde gelin hep birlikte Bülent Arınç’ın, bir rüyadan uyandığını, kalbinin aydınlandığını ve "aslına döndüğü"nü kabul edelim.

4.5 yıllık süreçte yapıp ettiklerini ise "tatsız bir parantez" sayalım.

Cem Kozlu’ya teklif

AKP’nin en önemli zaafı atamalarda ortaya çıkmıştır.

Öyle bir atama politikası izlediler ki, sonuçta "Kendi dar çevrelerinin dışındaki insanlara güvenmiyorlar" izlenimi yarattılar.

Mesela, Türk Hava Yolları’nı başarılı bir çizgiye taşıyan Cem Kozlu, AKP iktidara geldiğinde THY Yönetim Kurulu Başkanı’ydı.

AKP iktidara geldi. Önce THY Müdürü’nü değiştirdiler. Sonra da yönetim baştan ayağa değiştirildi.

Cem Kozlu "Yapmayın" dedi ama dinletemedi. Zaten AKP, Cem Kozlu ile çalışmanın yollarını da aramıyordu. Durum böyle olunca Kozlu istifa edip ayrıldı.

Ve şimdi bakıyoruz, Cem Kozlu’ya AKP milletvekilliği teklif edilmiş.

Yani...

Dün THY’nin başında tutmak için çaba sarf etmedikleri Kozlu’yu, şimdi partinin vitrinine koymak niyetindeler.

Demek ki bir "musibet", bin nasihatten daha etkiliymiş.

tıkla: Hürriyet

19 Mayıs 2007 Cumartesi

Yeşilciler ile Pembeciler'in savaşı


Kıçı kırık burjuvazimiz dünyanın dışında yaşamaya alıştığı için, "vatanseverlik" izleğinin dışında bir anlayışa sahip olamadığından, "kendin pişir kendin ye" mantığıyla politika üretmeye çalışıyor...

Yeşilciler ile Pembeciler'in egemenliğinde yürüyen çürümüş burjuva değerleri, her geçen gün, yeni bir skandalla "sarsılıyor"...

Yeşilci Ahmet Hakan'ın "kafaya taktığı", Pembeci Necla Arat'ın yediği nane; "düşünce hırsızlığı" olayına, kıyısından bucağından yaklaşmak istiyoruz:


"Necla Arat yalan söylüyor"

Ahmet Hakan'ın yazısına göre, CHP Milletvekili aday adayı Prof. Necla Arat, bu köşede yazılan "intihal", yani "fikir hırsızlığı" suçlaması için bir açıklama yapmış.

Diyor ki:

"Benim çalıntı olduğu iddia edilen basılmış ve yayımlanmış bir profesörlük tezim bulunmamaktadır."

Necla Hanım'ın bu açıklamasına bakınca haklı olarak diyeceksiniz ki:

"Ahmet Hakan! Sen de amma müfteriymişsin! Bak, Arat'ın çalıntı olduğu iddia edilen bir profesörlük tezi bile yokmuş."

Durun! Hemen karar vermeyin!

Çünkü ne yazık ki "çağdaş bir kadın" olmak ile "yalan söylememek" arasında doğrudan bir bağ bulunmamakta.

İşte buraya açıkça yazıyorum: Necla Arat yalan söylüyor. Ve bu da yalanın belgesi:

İstanbul Üniversitesi'nde Necla Arat'ın "Profesörlük takdim tezi"nin "intihal" olup olmadığını araştırmak üzere, fakülte profesörlerinden bir kurul oluşturuluyor ve bu kurul 8 Haziran 1981 yılında bir rapor hazırlıyor.

Raporda Necla Arat'ın yaptığı fikir hırsızlığı kanıtlandıktan sonra "Sonuç" bölümünde şu ifadelere yer veriliyor:

"Görüldüğü üzere Necla Arat'ın 218 sayfalık tezinin sadece 20 sayfa kadar tutan bir kısmının orijinal mi yoksa bir yerden aktarma mı olduğu tespit edilememekle birlikte, geri kalan 200 sayfalık kısmı, tamamen intihalden ibarettir. Bütün bu intihaller, bahis konusu kitaplardan yaptırdığımız fotokopi sayfalarındaki fotokopi numaralarıyla 'Tez'deki paragraf numaraları birlikte takip edilmek suretiyle, İngilizce bilen herkes tarafından kolayca görülebilecektir."

Bitmedi.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yönetim Kurulu, 25 Mayıs 1982 tarihinde intihal gerekçesiyle Necla Arat'ın üniversiteden 6 ay uzaklaştırılmasına karar veriyor.

Bakalım Necla Arat, buna ne diyecek?

NOT: Necla Arat'ın "Profesörlük takdim tezi"yle ilgili yayınladığım belgelere yanıtını alayım... Daha sonra Arat'ın doktora ve doçentlik tezlerindeki aşırmalarının belgelerine geçeceğim...

tıkla: Zaman

13 Mayıs 2007 Pazar

Aydınlar imzalarıyla darbeye karşı!

Ahmet Altan, "Aldatmak" kitabıyla, insanı, en alt düzeyde yaşayan canlı durumuna düşürmekle birlikte, bir yandan da, Askeri darbelere karşı imza atıyor! Diğer imzacıların da, neler yaptıkları az çok belli... Herşeye karşın, kağıt üzerinde de olsa, politik ortama bir renk ve hareket getirdiği için, durumu önemsiyor ve Zaman gazetesinden aktarıyoruz:

Aydınlardan, Genelkurmay bildirisine karşı 'Yurttaş Bildirisi': Demokrasimiz yara aldı

Aralarında gazeteci, yazar, akademisyen, hukukçu, hekim ve sanatçıların da yer aldığı çeşitli mesleklerden 500 kişinin imzaladığı 'Yurttaş Bildirisi' yayınlandı.

Çeşitli meslek- Bildiride, siyasal, ekonomik, sosyal alanda bir kriz yaşandığı ve yaşanan krizin, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle de aşılamayacak derinlikte olduğu savunularak, yeni bir genel seçimin de krizi çözmeyeceği, kısa bir süre için erteleyeceği iddia edildi. Yaşanan sorunların temelinde, 1982 Anayasası'nın var olduğu savunulan bildiride, şu görüşlere yer verildi: "Bizler bu ülkenin sorumlu, duyarlı yurttaşlarıyız ve yaratılan bu ortamda asla mutlu değiliz. Özgür, demokratik, laik Türkiye'yi korumaya kararlı yurttaşlar olarak demokrasiyi yok etmeye yönelen her türlü müdahaleye karşı direnme hakkına sahip olduğumuzu açıkça belirtiyoruz." Bildiride, demokrasinin, 27 Nisan'da yayınlanan Genelkurmay Başkanlığı bildirisinden de yara aldığı ileri sürüldü. Bildiriyi imzalayanlar arasında şu isimler bulunuyor: Adalet Ağaoğlu, Ahmet Altan, Prof. Dr. Ahmet İnsel, Prof. Dr. Ali Nesin, Aydın Cıngı, Prof. Dr. Baskın Oran, Bilgesu Erenus, Celal Yıldırım, Çiğdem Mater, Ergin Cinmen, Eşber Yağmurdereli, Etyen Mahçupyan, Feride Çiçekoğlu, Genco Erkal, Işıl Kasapoğlu, İsmail Hakkı Tombul, Latife Tekin, Murat Belge, Murathan Mungan, Musa Çam, Nebahat Akkoç, Nuray Mert, Oral Çalışlar, Orhan Alkaya, Ragıp Zarakolu, Şanar Yurdatapan, Şebnem Korur Fincancı, Zafer Üskül. Bildiriye imza atan Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oral Çalışlar, Türkiye'nin demokratik hukuk devleti içinde varlığını sürdürmesini ve askerin siyasetten uzak durmasını istediklerini belirtti. Sosyal Demokrasi Vakfı Başkanı (SODEV) Aydın Cıngı ise bildiriyi imzalamadan önce bir hayli de tereddüt ettiğini belirterek, "Son günlerde maalesef şöyle bir anlayış var: Askerî müdahaleleri kabul etmediğinizi belirtmek için ille de AK Parti yanlısı olmanız gerekiyormuş gibi bir görüş." dedi. Mitingleri sivil tepki olarak sonuna kadar desteklediğini ifade eden Cıngı, "Bir Tuncay Özkan, bir Alpaslan Işıklı konuşuyor. Evlere şenlik. Türk demokratlarının sorunu, demokrasiyi savunmak için demokrat olmayan güçleri savunmak zorunda kalması." diye konuştu.

İstanbul, Zaman; aa

tıkla: Zaman

12 Mayıs 2007 Cumartesi

'Darbeci paşalar istedi, bombaları patlattık'

Yeşil Dinselci politikanın yayın organlarından Aksiyon dergisinde; Sarp Kuray ile yapılan, ilginç bir söyleşi var. Olduğu gibi yayımlıyoruz:


“Darbeci paşalar istedi, bombaları patlattık”

1971 yılındaki ihtilal hazırlıkları sırasında 27 Mayısçı Orhan Kabibay, Numan Esin, Talat Turhan, İrfan Solmazer ve zamanın kuvvet komutanları tarafından suça itildiklerini anlatan devrimci Sarp Kuray, Aksiyon’a ilginç açıklamalarda bulundu.

Tarih 1970 yılının son ayları... 12 Mart’a daha üç-dört ay var: “Biz Kabibay Cuntası ile yani Orhan Kabibay’ın görünürde başını çektiği Numan Esin, İrfan Solmazer ve Talat Turhan’ın içinde bulunduğu bir grupla birlikte hareket ettik. Onları açık söylüyorum.

Bir gün bir asker tıbbiyeli arkadaşım Orhan Kabibay’ın benimle görüşmek istediğini söyledi. Gülhane Askeri Hastanesi’nde yatıyordu. Biz oraya, yanımızda bir-iki asker tıbbiyeli arkadaşla birlikte gittik. O gece bütün saydığım o kadro da hazır vaziyette idi. Oturduk, konuştuk. Türkiye’nin 27 Mayıs’taki hatasını bir daha yapmayacağını, kalıcı, daha sol bir program uygulamak gerektiğini, Türkiye’nin emperyalizme karşı tavır alması gerektiğini, bu konuda da devrimcilerle ittifak yapmak istediklerini söylediler bana. Biz ‘diğer bütün devrimci arkadaşlarımızla konuşalım, gelelim’ dedik. Ve o meşhur Dikmen Toplantısı zaten bize yapılan bu talebin, Dev-Genç’in içindeki diğer bütün devrimci gruplara açılma toplantısıydı. ‘Beraber hareket edelim’ dedik. Bir komite seçildi. Bu komite ertesi gün Kabibay’ın evine gitti ve müşterek hareket etme konusunda karar alındı.

Şimdi söylüyorum. En büyük yanılgı bu. Ortada bir parti olacak. Program olacak. Sizde de çok ciddi bir parti terbiyesi olacak. Bu, bir partinin organlarında verilecek bir karardır. Bizim çok genç, en ateşli olduğumuz bir dönem bu. Böyle bir kararı veriyoruz. Bu, bizim, zaten olaya yenik başlamamız anlamına geliyor. Karşı tarafta bir sürü olayda pişmiş, tecrübeli, affedersiniz kaşarlaşmış kadrolar vardı. Ve bunlar bizden ortamın hazırlanmasını istiyorlardı. Bu çok önemli. Sonra bombalar atılıyor işte.”

Taraflardan biri, o zaman işlerin içinde yer alan Sarp Kuray anlatıyor bunları; hani Yargıtay’ın, hakkında verdiği zikzaklı kararlardan sonra dördüncüsünde müebbet hapis cezasına çarptırdığı ve bu şekilde onanması halinde yaklaşık yedi yıl hapis yatacak olan, 1968 ve 69 yıllarındaki iki bildiriyi yayımlayan Denizci Subaylar’dan biri olarak ordudan ihraç edilen Sarp Kuray.

Devam edelim:

-Neler istiyorlar mesela?

“Eylem... Bir tanesini söyleyeyim. ‘Yükseliş Koleji’ne bomba atın’ diyorlar. Gidiliyor, atılıyor.

-Siz var mıydınız orada?

“Ya ben yokum da biliyorum kimin attığını. Ben öyle elime bomba alıp, yani ben öyle atmam. Ama bizim ekibimiz atıyor.

-Sebebi neydi peki?

Muhsin Batur’un MGK’da yapacağı bir konuşmanın altyapısını oluşturmak için. Bu gerekçe ile istenmiştir.

-Bu eylemin kararını kimler aldı?

Bunlar aldı da bunların arkasında kim var, daha tepeyi arıyorum ben.

-Kanaatiniz nedir?

Faruk Gürler ile Muhsin Batur çıkıyor benim karşıma.

-Bu ekibin içerisinde saydığınız isimlerin dışında başka kimler var?

Tabii bunların arkasında Celil Gürkan paşalar var. Yani bizim bildiğimiz bunlar. Yani bunun arkası dolu tabii esasında. -Söylemek istemediğiniz isimler var mı?
Yok. Söylediklerim zaten işin başındaki adamlar yani. Bunu konuştuğunuz zaman rahatsız oluyorlar. Çünkü devletin yapması gereken bir özeleştiri var burada. İşte derin, gizli denilen olaylar bunlar yani. Ama bunun tepesinde de Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Kara Kuvvetleri var. Bunun derinliği nerede, sığlığı nerede esasında? Biliniyor, bilinerek yapılıyor bu işler.

-İrtibatı kimler sağlıyordu?

Komiteden arkadaşlarla kuruluyor. Tabii bunlar giderek irtibatı biraz daha yaygınlaştırıyorlar. Çünkü bizim içimizde de bir dağınıklık yaratmak istiyorlar. Türkiye’deki devrimci gençlik bu oltaya takılmıştır. Mesela Deniz Gezmiş o zaman kaçıyor. Deniz Gezmiş’in evden eve ve belli yerlere naklini istediğimiz zaman bize Tarım Bakanı Turan Şahin’in arabasını veriyorlar. Ama orada ufak uyanıklık yapıp, kapıyı açık bırakıyorlar. Biz düz kontak yapıyoruz. O araba Ankara polisinin bildiği bir araba. Zaten dönemin emniyet müdürü de ‘Ben Deniz Gezmiş’i yakalayamam. Çünkü benim giremeyeceğim yerlerde saklanıyor’ diyor.
Dönüyoruz para istiyoruz. Bize soygun yaptırıyorlar. Bizi çok ciddi bir şekilde suça doğru itiyorlar esasında. Bir emniyet müfettişini bize takıyorlar ve o soyulacak yerleri gösteriyor ve soygun yapıyoruz.

-Nerede yaptınız mesela?

Taksim La Martin Caddesi’nde bir yedek parçacı, kaçakçılık yapıyormuş, falan filan. Giriliyor, eller yukarı!

-Para kimlere gidiyor peki?

Para onlara gitti. İrfan Solmazer’in eline gitti.

-Sizin şahit olduğunuz olay var mı böyle?

Paranın gittiğini biliyorum yani. Tabii para oraya teslim edildi.

-Kaba bir hesap yaparsak o dönemde kaç eylemde bulundunuz?

Valla bilemiyorum ama çok.

-1970’in sonları. İhtilale 90 gün var. Her güne 1-2 eylem düşüyor mu?

Yani düşebilir tabii.”

Ne acı değil mi? İşin bizzat başındakiler, komuta kademesi, nasıl bir hesap içerisinde?

Sarp Kuray, hazırlıkları içinde bulundukları 9 Mart darbesinin gerçekleşmesi halinde ‘bu kadrolarla hiçbir şey olmayacağını söylüyor bugün. Kendileri ile irtibat kuranların, devrimcileri etrafına topladıktan sonra bir çeşit paratoner gibi bu enerjiyi alıp toprak etmesini manipülasyon olarak niteleyen Kuray, bu sayfanın kapanmadığını anlatıyor: “Esasında Türkiye’de kapatılmamış hesaplar olduğuna inanan adamlarız. Yani bakıyorsunuz Talat Aydemir idam edilmiş, oğlu kapatmış bu hesabı, bir yerde oturuyor. Bir daha üstüne gitmiyor bu işin. Büyük haksızlığa uğramış. Ama Fethi Gürcan’ın oğulları hesabı kapatmıyor. Devam ediyorlar mücadeleye. Yani 1963’te babalarının idam edilişini, arka planı ile beraber ciddi bir tahlile tâbi tutuyorlar ve bunu kapanmamış bir hesap olarak alıyorlar. Bizim hayatımız da böyle. 1968’den itibaren Türkiye’deki siyasal olaylarda kapanmamış hesaplar vardır.”

-Siz kapattınız mı?

Ben kapatmam kafamda bunu. Türkiye’de Kürt sorunu varsa, Türkiye’de 1919’ların ordusu ile bugünkü ordu arasında fark varsa hiçbir şekilde ben kapatmam. Buradaki mahkûmiyeti, bir yıldır Kürt meselesine dair söylediğim sözlere, yaptığım siyasi çıkışlarıma, bunu da geri planlarla beraber getirmiş olmama bağlıyorum. Eğer bu yolla bana sus diyorlarsa yanılgı içindeler. Susmam. Çünkü 1993’ten bu yana bende bir değişiklik yok. 1993 senesinde benim için artık illegal mücadele kapanmıştır. Silahlı mücadelenin özeleştirisini yaparak, bunun, sonunda bir paylaşım savaşına döndüğünü gördüm. İttihat Terakki metotları bu işin içinde bir metot haline dönüştürülmüştür.”

Sarp Kuray, Ankara Valiliği yapmış Enver Kuray’ın oğlu, Yassıada duruşmalarının Başsavcısı Altay Ömer Egesel’in de yeğenidir.

Kastamonu civarlarından Balkanlara yerleşmiş bir aileye mensup Sarp Kuray’ın ormancılıkla meşgul dedesi Hüsnü Cemal, Balkan Savaşları’ndaki yenilgi üzerine eşi Gülbende ve Manastır’da dünyaya gelmiş ilk çocukları Enver ile birlikte yollara düşer. Kastamonu’da Orman Müdürlüğü yapan Hüsnü Cemal’in burada, Enver dışında, albaylıktan emekli Bahtiyar ile Leman adında iki çocukları daha gelir dünyaya.

Enver, Kastamonu Lisesi’nin ardından 1934 yılında Mülkiye’nin idari bölümünü bitirdikten sonra Meriç Kaymakamı olarak idarecilik hayatına atılır. Bala, Silivri, Vakfıkebir, Dikili kaymakamlıklarının ardından Muğla, Sivas ve İzmir vali muavinlikleri ve nihayet 1957’de Siirt valiliği yapan Enver Kuray, 27 Mayıs darbesi olduğunda da Mardin’e vali tayin edilir. O tarihlerdeki anayasa oylamasında Mardin en fazla ‘evet’ diyen il olur. Kuray, buradan, en az ‘evet’ diyen Bursa’ya, oradan da, İsmet İnönü’nün, 27 Mayıs’tan sonra tekrar başbakanlık yaptığı süreçte Ankara Valiliği’ne getirilir. Merkeze alındıktan bir süre sonra yaş haddinden emekliye ayrılan Kuray’ın, Bala’da kaymakam iken en iyi arkadaşı orada savcı olan, 1954 seçimlerinde DP’den milletvekilliği için adaylığını koyup kazanamayan, daha sonraki yıllarda Yassıada Başsavcısı adı ile nam salacak Altay Ömer Egesel’dir. İkilinin bu tanışıklığı akrabalığa dönüşür. Kuray, Egesel’in kız kardeşi Bedia Hanım ile 1943 senesinde hayatını birleştirir. Bedia Hanım’ın babası Galiçya cephesinde şehit olduğundan Ömer, Niyazi ve Feridun ile birlikte Bedia da yetim büyümüştür. Bedia Hanım’ın dayısının çocuklarından Hakkı Bey de Yargıtay 5. Daire başkanlığı yapmış birisidir.

Bedia-Enver Kuray çiftinin de dört çocuğu gelir dünyaya. Üçü kızdır: Ankara İlahiyat Fakültesi dekanlarından ve Enver Bey’in Mülkiye’den arkadaşı Prof. Dr. Mehmet Taplamacıoğlu’nun oğlu Uğur Taplamacıoğlu ile evlenen Bilge, 27 yaşında iken İngiltere’de üzerine düşen kütüphane vesilesiyle ölen Sema ve Hale. Sarp Kuray ise ailenin umut bağladığı, özellikle bürokrat olan babasının aile geleneğini sürdürmesini beklediği tek erkek evladıdır: “Babamla ilişkimiz maalesef tartışmalı oldu. Babam mülkiyeye gidip bürokrat olmamı istiyordu. Hukuk Fakültesine gidişim de onu rahatsız etti. Harp okuluna gidişime de muhalefet etti. Babamın sınırı CHP idi, onun ötesini asla tasvip eden bir adam değildi. Bu olayların özellikle de 1970 sonrası böyle boyutlara varması onda ciddi endişeler yarattı. Onun için de biz, zaman zaman kırgınlık, konuşmama, zaman zaman evi terk etme… hep böyle bir gergin ilişki yaşadık. Yurtdışına çıkışıma, ticari hayatıma hep endişe ile baktı. Çünkü o düzen insanıydı. Bendeki o aykırılıkları hiç tasvip etmedi. Hiç. O, bu yolu harcanma gördü.” Buna rağmen Kuray, babası öldüğünde, verdiği ilanda ondan özür dileme ihtiyacı hissetmişti: “Çünkü ‘seni pek dikkate almadım. Seninle insana dair daha iyi ilişkiler kurabilirdim’ dedim. Ben onların şartlarına pek dikkat etmedim, biraz hoyrat davrandığım için özür diledim.”

Anne ise bütün ailelerde olduğu gibi burada da baba ve oğul arasında en büyük acıları çeken kişiydi: “Ona karşı çok büyük hata yaptım. Bir hesap yaptım, askerî mektebe gidişimden ölümüne kadarki 32 senede annemi toplam 3 ay görmüşüm ve dünyada beni ondan fazla seven çıkamazdı yani. Babamla da aynı.”

Kronik küskünlükleri olmasa da dost, hatta bir baba oğul dahi olamamıştı Sarp Kuray ve Enver Kuray. Onun için Sarp Kuray, Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filmini ‘kendi hayatına denk düştüğü için’ iki kez seyretmiş, hatta ağlamıştı bile: “Devrimci de ağlar tabii. Çok örtüldü bu iş. Silahlı militanlar, hiç sanki duyguları yok, aşkları yok, hiçbir şeyleri yok. Yok öyle bir şey. Biz sermaye-emek çelişkisinden bu işlere girmiş adamlar değiliz. Biz, önü açık insanlarız. Ben orduda subaydım. Çok genç yaşımda bir dalgıç gemisinde komutanlık yapıyordum. Ailemin durumu belli. Yeteneklerim var kendime göre. Sporcuyum. Yürür, en azından albaylığa kadar giderdim. Bu bir istikbaldir esasında. Bunların hepsinin reddedilmiş olması bir idealizmdir. Ben öğrenci devrimcisi değilim. Mesleğini kazanmış bir insanım, bir anda bütün nimetleri silip atarak halkın arasına girmiş biriyim.”

Hata yaptık. Dini ıskaladık

‘Esasında ve yani’ kelimelerini çokça kullanan Sarp Kuray kendi geçmişi ile ciddi bir hesaplaşma içinde olduğunu söylüyor. Kuray, bu muhasebeyi yaparken, başta kendisi olmak üzere devrimcilerin en büyük yanlışlarına da vurgu yaparak ‘dini ıskaladıklarını’ dile getiriyor. Anlatımlarında isim zikretmeyen, onca samimi açıklamasına rağmen bazı noktalarda dilinin ucuna getirdiği şeyleri söylemekten son anda vazgeçen bir izlenim bırakan Kuray, bildiklerinin önemli kısmını kendisinde tutuyor. Bütün bunların ışığında, Türkiye’nin en hareketli, en boğucu, kardeşin kardeşe kırdırıldığı, bin bir çeşit oyunun oynandığı yıllara doğru, bu üçüncü karşılaşmamızda röportaj vermeyi kabul eden Sarp Kuray’ın anlatımları ile bir yolculuğa çıkalım.
Sarp Kuray, 1945’te, babasının kaymakam olduğu Boyabat’ta dünyaya geldiğinde Türkiye’de çok partili döneme geçiş tartışmaları da gündem maddelerinden biridir: “1946 senesinde bu ülkenin Amerika’ya teslimiyetinin imzalarını İsmet Paşa atmıştır. Çünkü bugün Türkiye’ye çıkan fatura buradan çıkıyor. Kesinlikle birinci sorumluluk İsmet Paşa’dadır. 27 Mayıs’ta yargılamaları biz yapsa idik İsmet Paşa’yı da yargılamaya dahil ederdik.”

Babasının idareci olması sebebiyle ilkokula İzmir/Dikile’de başlayan Kuray, tahsiline ikiden dördüncü sınıfa kadar Muğla’da devam eder. Diplomasını ise Sivas’taki Ziya Gökalp İlkokulu’ndan alır. Bu sefer İzmir’de ortaokul tahsiline başlar. Karşıyaka’da futbol da oynar. Sonra ver elini Siirt Lisesi. Eski siyasetçilerden Saffet Arıkan Bedük sınıf arkadışıdır burada. 27 Mayıs olduktan sonra ise Mardin Lisesi’ne geçer. Liseyi bitirdiğinde Bursa’dadır ve Bursa Erkek Lisesi’nden mezun olur: “Türkiye’nin her yerini gördüm. Aşağı yukarı bütün etnik zenginliklerle çok küçük yaşımda tanıştım.”

Üniversite imtihanlarına girdiğinde ‘göçebe’ hayatı bitecek sananlar yanılır. Ankara Hukuk Fakültesi’nde ancak bir sene okuyabilir. 1963’ün nisan ayında Celal Bayar’ın hapishaneden çıkışını protesto eden gençlik hareketinin içinde o da vardır. Hatta Adalet Partisi binasına giren dört kişiden biri odur. Yaralanır. Sonra askerî imtihanlara girip, deniz harp okulunu kazanır. Askeriyeye girişi bilinçli verilmiş bir karardır: “21 Mayıs 1963 gecesi Fethi Gürcan’ların olaylarını izledim. Gerçekten o insanlara karşı büyük bir sempatim oldu. Bu bayrağı biz devam ettirelim dedim ve harp okuluna geldim.” Sarp Kuray 1966’da teğmen üniformasını giymeye hak kazanır. 1969’da donanmaya çıkıp, bir sene donanmada görev yaptıktan sonra da Işın dalgıç gemisinde komutan vekilliği yaparken tutuklanır ve Gölcük’teki Güllübahçe Hapishanesi’ne getirilir. Beş-altı ay burada hapis yattıktan sonra beş arkadaşı ile birlikte ordudan ihraç edilir. Sebep, biri 1968’de, diğeri de 1969’da olmak üzere askerî birlikte iken iki bildiri kaleme alıp yayımlamaktır. Ali Kırca’nın yazdığı bildirinin hazırlanış sebebi Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde yayımlamış olduğu köşe yazılarıdır: “İkinci bildiri, ülkede siyasal cinayetlerin hızlanması ve devrimci öğrencilere karşı yoğun öldürme olaylarının üst üste gelmesi üzerine ‘tüfeklerimizdeki mermi, mermilerimizdeki barut, yüreklerimizdeki ateş yeter size. Kimse sahipsiz değildir’ bildirisidir. Devrimci gençlere bir arka çıkma, onlarla dayanışma yapma bildirisidir. O gün bugündür de askerî birliklere ve orduevlerine girişimiz yasaktır bizim.”

-Düşünerek verilmiş bir karar mıydı bildiriyi yazmak?

“Hayır. Ama bedelsiz hiçbir şey yok. İnsan bu olayların içine girdiği zaman perspektifi genişliyor ve tarihe biraz meraklı ise de zaten bu tarzdaki eylemcilerin sonunun felaketle bitebileceğini görüyor esasında. Tabii bizim de asılacağımız başta konuşuluyordu. Bu anlamda daha şanslıyım tabii. Yani bu bir infaza dönüşebilirdi; dönüştü de bir sürü genç arkadaşımız için. Burada manipülasyon yapıp, yani Amerikan konseptleri ile bu ülkeyi idare edip, kargaşaların esas nedenlerini yaratanlar bunlardan pişmanlık duymalılar.”

Ordudan ihraç edildikten sonra, zaten Dev-Gençli olan devrimci Sarp Kuray ve arkadaşları için zemin hazırdır. Orhan Kabibay, Numan Esin, Talat Turhan ve İrfan Solmazer’in teklifi gelir. 12 Mart’tan birkaç ay öncesindeki bu süreç Kuray’a göre Türkiye’nin en hareketli dönemidir: “Son zamanlarda kafamızda şüpheler beliriyordu. Çünkü belli şeylerde zorladığım zaman kapalı tutuyorlardı ilişkileri. Mesela daha merkezî kadrolarda bir arkadaşımızla temsil hakkı istiyorduk, oraları kapatıyorlardı bize. 9 Mart olmayınca bizi ‘işte (Korgeneral) Atıf Erçıkan ihbarcılık yaptı’ falan diye teknik, taktik işlerle oyalıyorlardı. Halbuki bir Amerikan müdahalesi vardı işin arkasında. Bir hafta önce Muhsin Batur Amerika’ya gitmiş ve döndüğü zaman bu planı gerçekleştirmişlerdi. Yani İsmet Paşa’nın ‘çok kritik 48 saat geçirdik. Bu bir rejim sorunu’ dediği saatlerdi bunlar.” Afla kurtuldu

Olan oluyor ve Sarp Kuray da tutuklanıp Ankara’da hapse atılıyor. Sonra dava İstanbul’da görüldüğü için Selimiye’ye, oradan da Maltepe Cezaevi’ne gönderilir. Mahir Çayanlar’ın tünel kazarak Maltepe Cezaevi’nden firarından sonra, tekrar Selimiye’ye nakledilirler. Af çıkar ama gasp ve soygunu kapsamadığı için ve Kuray da Taksim Soygunu’ndan dolayı 24 sene ceza aldığından, aftan yararlanamaz. Daha sonra anayasaya uygunluk bakımından yapılan müracaat neticesinde özel bir yasa ile o da hapisten kurtulur. Sene 1975’in ilk aylarıdır. Yılmaz Güney’i Ankara’da ziyaret eden tiyatro sanatçısı Ayşe Emel Mesçi ile tanışarak o sene evlenir. Çiftin, biri 1976 ve diğeri de 78’de olmak üzere Zeynep ve Sema isimlerinde iki kızı doğar.

1993 senesinde ikinci evliliğini sinema sanatçısı Nur Sürer’le yapan Sarp Kuray, olayın Ayşe Emel Mesçi tarafından magazin malzemesi yapılmasını hiçbir zaman tasvip etmez: “Zaten benim Ayşe Emel Mesçi ile 1983 senesinde kopmuş bir ilişkim vardı esasında. Yurtdışına beraber gittik ama kopmuştuk yani. Bunu karşılıklı konuştuk. Ama ben onu, Avrupa’ya birlikte sürüklendiğimiz için asla yalnız bırakmadım. O konuya ben pek girmek istemiyorum ama böyle bir sevgi yok yani. Düşmanlık oldu yani. İki çocuğumuz varken paparazzilere kadar tartışma indirilir mi? İndirilmez. Yanlış.”

1975 senesinde hapisten yeni çıkmış ve yeni bir döneme yelken açmış Sarp Kuray, kimya sektöründe tecrübesi olan kayınbiraderi Sinan Günaltay’ın teklifi ile iş hayatına atılır: “Ya gideceğiz gemilere gireceğiz veya başka yapabileceğimiz bir iş yok bizim.” İmkansızlıklar içinde Çamlıca Kolonyaları’nı üreterek ıtriyat işine giren Kuray, Sintox markası ile de böcek ilacı üretimi gerçekleştirir. İşi epey büyütür. Ta ki 1980’in nisan ayında yurtdışına çıkana kadar. Çıkış nedeni yine devrimci harekettir. Çünkü 1978’lerde Türkiye yine karışmaya başlamıştır. Kahramanmaraş olayları bunlardan biridir: “Kahramanmaraş Valisi Tahsin Soylu babamın arkadaşıydı. Ben ondan duymuştum. Eğer askerî birlikler oraya müdahale etmezse şehirde büyük bir katliam olacağını içişleri bakanlığına bildiriyor. İçişleri bakanı da İrfan Özaydınlı. Burunlarının dibinde birlikler var. Tekrar ortam aranıyor yani. Türkiye’de kardeş kardeşi vuruyor. Aynı 1971’deki kurgu yapılıyor esasında. Bu CIA kurgusudur ve bu Amerikan konseptidir. Ve bizim itiraz ettiğimiz burasıdır.”

Türkiye’nin yeni bir döneme doğru yol aldığını gören Kuray, geri planda durmaması gerektiğine karar vererek önce Partizan Yolu’nu kurar. Yol dergisini çıkarır. Bununla devrimci kamuoyunu uyarmayı hedefler. DİSK’te gelmek istedikleri yönetim seçimlerini çok az bir farkla kaybederler. Yeterince güç toplayamadıklarını düşünüp, bir darbenin olabilirliğini de hesaba katarak, darbeye direnmek ve kurumları teşkilatlandırmak üzere yurtdışına çıkar. Burada en büyük ipucu 24 Ocak Kararları’nın alınmış olmasıdır onun için: “Tedbirler ilan edildiği andan itibaren Türkiye’nin aynen 1971’de olduğu gibi bir askerî darbeye yönlendirildiği artık belli olmuştu.”

12 Eylül gelir gelmez vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında adı ilk listede yer aldığı için Çamlıca Kolonyaları işletmesine ait ne varsa hepsine devlet el koyar. 13 sene sonra, 1993’te, döndüğünde de bu konuda pek bir şey yapmayı düşünmez: “O sayfayı ben tam anlamı ile kapadım. Evimizdeki eşyayı, resimlere kadar aldılar.”

Yurtdışına çıkış kararı örgütte komite tarafından alınmış bir karardır. Kıvılcımlı taraftarlarının oluşturduğu ‘Doktorcu’ diye tabir edilen grupla beraber hareket eden Nasrullah Ayan da vardır hem komitede hem de o zaman dışarı çıkması gerekenler arasında. Ayan’ın bu devrimci mücadeleye dahil olması 1978’dir. Yurtdışına beraber çıkarlar: “1983’e kadar bu örgütün iki kaynağı oldu. Bir Nasrullah’ın destekleri bir de Çamlıca Kolonyası’nın parası. İşler Nasrullah’ın yurtdışına yaptığı faaliyetlerden elde edilmiş gelirle yürümüştür.”

-Ne tür faaliyetler yapıyordu yurtdışında?

Ticaret.

- Altın işi.

Devlet organize etmedi mi? Özal gelip İsviçre’de bu adamlarla konuşmadı mı? Mehmet Emin Karamehmetlerden çıkmadı mı bunun parası? Hüsnü Özyeğin Pamukbank’ın şeyi değil miydi? Çuvalla paralar verilmedi mi, Kapalıçarşı’dan altın toplansın diye. Şimdi bu böyle bir mekanizmada Nasrullah günah keçisi olmaz yani. Tabii biz kurmaylık yapmışız, arka plandayız, buradan elde edilen para… ondan rahatsız oluyorlar zaten. Biz nasıl buraya burnumuzu soktuk diyorlar. O da bizim işimiz zaten.”

Kalıp, hapis yatmalıydım.

Kuray önce Belçika’ya, sonra Nasrullah Ayan’ın yanına İsviçre/Zürih’e geçer. Sonra İsveç’e gidip iltica eder: “O dakikaya kadar ilticam yok.” İsveç’te iltica pasaportu alıp Fransa’ya yerleşir. Ondan sonra Fransa’dan bir daha çıkmaz. L’express dergisinde Sarp K. isimli bir Türk’ün eroin trafiğinde adının geçtiği haberi yapılır. Kuray da dergiye tazminat davası açar:

-Siz neden üzerinize alındınız, Sarp K. siz miydiniz?

“Başka Sarp K. yok çünkü.”

Kuray, medyada hakkında çıkan yalan haberlerden rahatsızlık duymaktadır hep. Bu da ona göre yalan haberlerden biridir. Abdullah Çatlı Paris’te hapishaneye düştüğünde de onu aramamıştır: “Hayatımda hiç görmedim onu. Yalnız arkadaşımız Hüseyin Karahan onunla birlikte hapishanede kalıyor. O bir mektup çıkarıyor dışarıya. Çatlı’yı 15 gün sonra bir Amerikan istasyon şefinin ziyaret edeceğini bana ihbar ediyorlar. Ve ‘kaçırabilir miyiz? Sorgulayabilir miyiz?’ diye soruyorlar. Reddediliyor. Bu kadar yani.”

Kuray, Fransa’da 7-8 mağazalık bir döner zinciri de kurar. Kendi ifadesiyle ithalat ihracat işleriyle uğraşır: “1988’e kadar mücadeleye devam ettik ama ciddi bir direniş cephesi oluşturamadık. Ve maalesef benim, kendimi de içine katarak eleştirdiğim yanlar oldu. Avrupa’da oluşum hoşuma gitmedi. Ben çıkmamalıydım esasında. Kalıp hapishanede yatmalıydım. Çünkü Avrupa’nın yıpratıcı süreçlerinin içine girmezdim. O benden çok şey aldı götürdü. Hayatımın en büyük politik hatası Avrupa’ya çıkış ki örgüt istemiştir bunu. Benim tercihim asla değildir bu. Bu, 9 kişilik örgütün merkezi komitesinden çıkmıştı. Bir de 1978’de ben alelacele bir grup kurarak bu işe müdahale etmemeliydim. Yani o olaylara duyarlı olan ilk gençlik malzemeleri güçlü örgütler kurmuştu. Burada eklektik anlamda bir örgüt kurmaya gerek yoktu. Bunu da büyük kırılma noktası olarak alıyorum.”

1983 senesinde Suriye’deki kamplara gitmek için Avrupa’dan Suriye’ye geçen Kuray, burada, bugün Kürt hareketinde desteklediği Abdullah Öcalan’la tanışır. Dolayısıyla 2004’te, Öcalan’ın ‘Sarp’ın zamanıdır’ demesinin geçmişinde, bu tanışıklık yatmaktadır.

Fransa benimle pazarlığa girdi

Kuray, 1988’de Partizan Yolu’nu kapatır. Bunda 12 Eylül sürecinde tabanlarını kaybettiklerini görmesinin etkisi büyük olur. Ve bundan sonra ekipteki arkadaşlarıyla da anlayış ve düşünce itibariyle aralarında farklılıklar oluşur. Ardından 16 Haziran Hareketi’ni kurarlar: “Örgüt kadrolarının Türkiye’de kurduğu bir örgütlenmedir. Ben bundan haberdarım. Haberdar değilim demiyorum, bakın. Komuta edemiyordum, yani esas problem burada idi. Benim ismimi kullanıyorlardı. Benim karşımda kriminal hâl almışlardı bunlar.” Konuşmaları da iradesi dışında bantlara alınıp polise teslim edilir. Burada yargılanan arkadaşları bir yıl dahi içerde kalmadan serbest bırakılmaktadır. Bütün bunların üzerine Sarp Kuray, Avrupa’da da huzursuz olduğu için Nasrullah Ayan’ın yardımı ile geri dönmeye karar verir: “500 Frank ile geldim Türkiye’ye. Nasrullah’a ‘Bana yardım et’ dedim. ‘Hapishanede bulunduğum süreç içerisinde çocuklarıma bakacaksın. İki, eğer bir gücün varsa benim ezilmememi sağlayacaksın bu süreçlerde’ dedim. Çünkü Fransız hükümeti sıkıştırmaya başladı beni. Benimle bir pazarlık ortamına girmeye çalıştı. Avukatlar tutuldu. Hatta şimdi Sabah grubunun başındaki Kenan Tekdağ benim avukatımdı. Nasrullah’ın da hukuk danışmanıydı. Türkiye’ye gelmekte geç kalarak, yanlış yaptım. Partizan Yolu’nu feshettiğim zaman uçağa atlayıp gelmem gerekiyordu esasında.”

1993 senesinde Türkiye’ye dönen Kuray, tutuklanmayı beklerken iki ay yatıp serbest kalır: “Ben geldiğim zaman ilk aşamada beni beraat ettirdiler.”

-Bekliyor muydunuz böyle bir sonucu?

“Hayır beklemiyordum. Ben zaten havaalanında da söyledim. ‘Bu bedel ödenecek mutlaka. Çelik çomak oynamıyoruz çünkü.’

Sarp Kuray, bundan sonra Nasrullah Ayan’ı zor döneminde yalnız bırakmamak için Türkinvest şirketinin yönetimine girer. 1994 senesinde de Türkinvest batar: “Çünkü İstanbul’da onu yutmak isteyen çok mihraklar vardı. İnfazlar vardı, silahlar konuşuyordu Türkiye’de. Sapanca hattı, orası, burası. Nasrullah bir av olarak sunuldu ortaya. Biz de onu avlamasınlar diye yanında durduk.”

Bu süreçte Kuray da kurşunlanır. Ama söylediğine göre bu direkt kendisi ile değil Nasrullah Ayan’la ilgili bir arazi meselesinden dolayı vuku bulmuştur.

Kuray, Altın Tavuk ile tavukçuluk işine girer. Bankalardan kredi alamadığı için toparlayamaz, 3-5 milyon dolar borç ödemek durumunda kaldığından şirketi de devreder. 2000-2002 yılları arasında, hayatında, daha önce hiç başına gelmeyen bir şeyi yaşar, elindeki son arabasına kadar satmak durumunda kalacak şekilde, inanılmaz bir ekonomik darlığa düşer: “Ama şu an hiçbir borcum yok. Bazı arkadaşlarıma ticari olarak danışmanlık yapıyorum. Karım çalışıyor. Yani mütevazı bir hayatım var.”

Hakkında çıkan yanlış bilgilendirmelerden bundan sonra hesap soracağını söyleyen Kuray’a göre devrimci hareketin kırılma noktalarından biri de dine yaklaşımdır: “Gençlik dönemimizde olayların gelişmesi ile birlikte bir dini eksen alan çok yüzeysel bir tanrı inkârı olmuştur. Bu bir hata, ben kırılma noktası olarak koyuyorum bunu. Ben Yaradan fikrine inanan bir insanım esasında. Ama bizim halkla aramıza çok büyük bir mesafe de buradan girmiştir. Çünkü sonraki yıllarda bazı köylerde, köylünün bizi çok sevdiği ama bu tartışmalardan dolayı da ilişkilerin koptuğunu gördüm ben, 1971’lerde.” Kuray, sonraki yıllarda din meselesini sosyolojik anlamda çok ciddi bir araştırmaya tâbi tutar: “İslam üzerine çok ciddi araştırdım. Dini, daha kültürlü, bir bilim olarak ele alabilirdik.”

-Ne zaman incelediniz?

“Hapishanelerde başladı. Ben mesela Kur’an-ı Kerim’i de okudum, mealinden. Arapça bilmem. Çok güçlü bir nasihatler kitabı, orada hangisine, neye itiraz edilecek? Katiyen. Yani, iyi, dürüst insanın sahip olması gereken bütün değerler sayılıyor orada. Bir daha bu hatanın yapılmaması kanaatindeyim.”

Siyasi kitaplar okumayı seven, denizci bir subay olmasına rağmen 30 yıldır denize girememiş Kuray, Türkiye’nin toplumsal ve sosyal yapısı ile birlikte, zaman zaman tarihî arka planına da inen, kendi yanılgılarına da değineceği bir Sarp Kuray kitabının aciliyet kazandığını ifade ediyor. Kuray, kendisine yakıştırılan ‘kabadayı, mafya, itirafçı, devletin adamı, devletin serçe parmağı, orta parmağı’ gibi konulara da burada açıklık getirecek.

tıkla: Aksiyon

11 Mayıs 2007 Cuma

Emperyalizm beni güldürüyor!

Yeşil renkli dolarlara aşık AKP anlayışının düşünsel düzlemini oluşturan Yeşil sermaye yanlısı Zaman gazetesinden:

Türkiye'deki siyasal duruma ilişkin senatör Gregg'in sorusuna yanıt veren Rice, ''Bizim rolümüz, oradaki demokratik ve anayasal süreçlere göre olmalı. Bu hükümet halk tarafından seçildi ve Türkiye'yi Avrupa'ya doğru götürmeye kendini adadı. Hükümetin politikası hep bu yönde ve Avrupa içine entegrasyona çalışıyor, İslami kökleri olan AK Parti liderliği tarafından yönetildiği halde'' dedi.
tıkla: Zaman

10 Mayıs 2007 Perşembe

Faşizme karşı kazanılan zaferin anlamı

Gericiliği savunan Zaman gazetesinden olduğu gibi aktarıyoruz:

Ruslar, Hitler zaferini kutladı

Rusya, II. Dünya Savaşı'nda Hitler Almanya'sına karşı kazanılan zaferin yıldönümünü görkemli törenlerle kutladı. Bazı Rus milletvekillerinin, gösterilerde meydanlarda tank yürütme talebi kabul edilmeyince resmî yürüyüşe binlerce Rus gazi katıldı.

Gaziler, savaştan kalma bir lokomotife binerek eski günleri canlandırdı. Nazi Almanya'sına karşı kazanılan zaferi kutlayan Devlet Başkanı Vladimir Putin, "Nazizmle mücadelede büyük cesaret örneği gösterenlerin önünde saygıyla eğiliyoruz." dedi. Putin, Rusların zaferini simgeleyen Estonya'daki Sovyet askerlerine ait anıtın sökülmesini de ülke adı vermeden eleştirdi. Zafer bayramı, 1945'teki zaferden 20 yıl sonra ilk defa 1965'te kutlanmaya başlandı.

Faruk Akkan, Moskova

tıkla: Zaman

8 Mayıs 2007 Salı

Ne konuşuyorlar?

tıkla: Milliyet

İşte TBMM

tıkla: Milliyet

Yorumsuz

Hükümet de "karşı bildiriyi" arşive aldı

ABDULLAH KARAKUŞ Ankara

Hükümet ile Genelkurmay Başkanlığı arasında resmi internet sitelerine de yansıyan karşılıklı açıklama gerginliği yeni bir boyut kazandı. Hükümet, Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinde yer alan 27 Nisan bildirisinin arşive alınmasının ardından Başbakanlığın resmi sitesindeki "karşı açıklamayı" arşive aldı.

Hükümet Sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek tarafından okunan metin düne kadar Başbakanlığın sitesinde açılış sayfasında yer alıyordu.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın geçen hafta İstanbul'da yaptığı görüşme sonrasında ilginç bir gelişme yaşandı. Cuma günü yapılan görüşmenin ardından Genelkurmay Başkanlığı, sitede yer alan bildiriyi kaldırdı. Gelişmenin basına yansımasının ardından Genelkurmay, "teknik" gerekçelerle bu işlemin yapıldığını ve bildirinin arşive alındığını açıkladı.

TSK'nın 27 Nisan bildirisine hükümet de 28 Nisan'da sert bir açıklamayla karşılık vermişti. Çiçek'in okuduğu 2 sayfadan oluşan hükümet bildirisi "basın açıklaması" şeklinde ifade edilmişti. Bu açıklama da Başbakanlık Basın Merkezi'nin internet bölümünde ana sayfada yer alıyordu. Hükümetin açıklaması, gelişmelerin ardından dün "Basın Açıklamaları" başlığı altındaki arşiv bölümüne kaydırıldı.

tıkla: Milliyet

7 Mayıs 2007 Pazartesi

Polis devletinde tenis oynamak

Bu ülkede; polis gücünü devletten ve devlet gücünü polisten alıyor... Tam anlamıyla bir polis ve asker demokrasisi sahibi olmamıza karşın, ısrarla hukuk devleti olduğumuzu iddia eden egemenlerin şemsiyesi altındayız:

UŞAK Tenis Kulübü ile Aktif Spor Kulübü'nün ortaklaşa düzenlediği 2'inci Bahar Kupası Tenis Turnuvası birbirinden zevkli karşılaşmalara sahne olurken, yaşanan tatsız bir olay, turnuvanın güzelliğine gölge düşürdü.

Belediye Ilıcaksubaşı Tenis Kortu'nda gerçekleşen turnuvada Hatice Pamukçu ile Ümmühan Çelik arasındaki bayanlar finali oynanırken, müsabakanın hakemine giden Uşak Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şube Müdürü Emniyet Amiri Ahmet Genç, “Birazdan Vali Kayhan Kavas gelecek ve kendisiyle tenis oynayacağız. Maçı kesin'' dedi.

tıkla: Milliyet

Küba'da 1 Mayıs

Emperyalist medya Fidel’in yokluğunu öne çıkarsa da, Küba tarihinin en kalabalık 1 Mayıs gösterilerinden birine sahne oldu. Devrim Meydanı’nda toplanan milyonlarca gösterici, ABD’nin terörist Luis Posada Carriles’i serbest bırakmasını protesto etti.

Küba, tarihinin en kalabalık 1 Mayıs gösterilerinden birine sahne oldu. Havana’daki tarihi Devrim Meydanı’nda toplanan milyonlarca Kübalı, ABD’nin terörün tarafını tutmasını protesto etti ve sekiz yıldır ABD hapishanelerinde haksız yere tutulan Beş Kübalı Yurtseverin serbest bırakılmasını istedi.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da 1 Mayıs mitingine katılmak için güneş doğmadan yola dökülen Küba halkı, yabancı delegelerle omuz omuza kortej oluşturarak çeşitli noktalardan Devrim Meydanı'na ilerledi. Havana’daki İşçi Bayramı kutlamalarının temel konusu, 1976 yılında Cubana de Aviación uçağına düzenlenen ve 73 kişinin ölümüne neden olan bombalı saldırının planlayıcısı olan terörist Luis Posada Carriles’in ABD tarafından serbest bırakılmasının kınanması oldu. Devrim Medyanı’na ve Küba’daki her meydana akan işçiler, öğrenciler, aileler ve emekliler, Küba’nın teröre karşı mücadelesini ve ABD hapishanelerinde haksız yere tutulan Beş Kübalı Yurtsever’in serbest bırakılması talebini destekleyen sloganlar attı.

Havana'daki mitingin başkanlığını yapan Devlet Başkan Yardımcısı Raul Castro'ya sendika ve Küba Komünist Partisi liderleri eşlik etti. Ayrıca 74 ülkeden 242 örgüt ve bin 645 yabancı konuk da, Devrim Meydanı'ndaki gösteride hazır bulundu. Yabancı konuklar arasında Saint Vincent ve Grenadines Başbakanı Ralph Gonsalves ile Dünya Sendikalar Federasyonu Genel Sekreteri George Mavrikos da bulunuyordu. Hafta sonu Havana’da düzenlenen Beş Kübalı Yurtseverle Uluslararası Dayanışma için Gençlik Konferansı’na katılan yabancı konuklar da mitingde hazır bulundular.

Mitingde, Küba Merkez Sendikası (CTC) lideri Salvador Valdes, Küba halkı adına, ABD’nin kısa süre önce serbest bıraktığı terörist Luis Posada Carriles’in işlediği suçlardan ötürü ABD’de veya Venezuela’da yargılanması talebini iletti. Özellikle inşaat işçileri, eğitim emekçileri, bilim insanları, kültür ve turizm emekçileriyle çiftçilerden oluşan dev kortejde göstericiler, açtıkları pankartlar ve attıkları sloganlarla ABD’nin, Carriles’i korumaktan vazgeçmesini ve derhal cezaevine konulmasını istedi.

Salvador Valdes ayrıca halkın sosyalizmi koruma ve güçlendirme yönündeki kararlılığının altını çizerek, Devlet Başkanı Fidel Castro’nun, dünyayı ekolojik bir felaketten kurtarmak amacıyla acil olarak yapılmasında ısrar ettiği enerji devrimine vurgu yaptı.

Beş Kübalı Yurtseverin derhal serbest bırakılması için yürütülen uluslararası kampanyaya destek verenlere de teşekkürlerini ileten Valdes, Küba’nın verdiği mücadelenin ALBA projesiyle halklar arasında sağlanan birlikte daha da güçlendiğini belirtirken, halkın Fidel Castro'nun bir an önce iyileşmesi yönündeki temennilerini de dile getirdi.

Bu arada Fidel Castro’nun 1 Mayıs kutlamalarına katılmaması, emperyalist medyada öne çıkarılan başlık oldu. CTC lideri Salvador Valdes, “Fidel bugün bizimle burada değil ama fikirleriyle 50 yılı aşkın bir süredir rehberlik ediyor" şeklinde konuşurken, göstericiler pankartlarında ve sloganlarında Fidel’e ve sosyalizme olan inançlarını vurguladı.

tıkla: Yılmaz Güney

30 Nisan 2007 Pazartesi

AKP'nin GÜL'ümseyen yüzü

28 Kasım 1995 tarihli Posta gazetesinde, önemli bir haber:

"İşte Refah'ın gerçek niyeti" anonsuyla verilmiş...

Kocaman harflerle: "ÜRPERTEN İTİRAF" başlığı uygun görülmüş...

Başlığın hemen altında: "Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül 'Cumhuriyet döneminin artık sonu geldi' dedi" yazısı var...

Yazının altındaki tümce şöyle: "İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanan röportajda Refah'lı yönetici, laik sisteme ve cumhuriyete açıkça meydan okudu"

Haber, daha sonra şöyle devam ediyor: "YEŞİL DEVRİM; RP'nin Dışilişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül, İngiltere'nin en ciddi gazetelerinden The Guardian'a yaptığı açıklamada, Türkiye Cumhuriyeti'ne açıkça meydan okudu. Refah'ın ürperten yüzünü ortaya döken Gül 'Türkiye'de Cumhuriyet'in sonu geldi. Kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz' dedi. The Guardian bu sözleri Refah Partisi 'Yeşil Devrim'in yolunu açacak şeklinde yorumladı."

Bir başka paragraf: "NET SÖZLER; The Guardian, RP'nin anketlerde birinci veya ikinci sırada görüldüğünü belirterek, partinin politikasını yabancılara anlatmakla görevli Gül'ün yaptığı açıklamaların çok önemli olduğunu vurguladı. Gazete, Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı'nın Cumhuriyet'e karşı tavır koyan sözlerinin, hiç bir yanlış anlamaya neden olmayacak kadar, net ve doğrudan olduğuna da dikkat çekti."

Öcalan-Evren omuz omuza

Kürt ve Türk gençlerini ölüme yollayarak, düşlerinin gerçekleşmesi için "satranç" oynayan Abdullah Öcalan ile Kenan Evren; "Ortak Vatan", "Demokratik Cumhuriyet" bayrağı altında birleştiler...
Milliyet gazetesinin 03. Mart. 2007 tarihli sayısında, avukatları kanalıyla yaptığı açıklamaya baktığımızda, her iki faşist önderin, halkların kırılması ve sosyalizmin engellenmesi için, düşbirliği yaptıkları ortada...
Önce, haberi olduğu gibi alalım:
"ÖCALAN: EVREN ASKERİ BİR DEHADIR
PKK lideri Öcalan, Evren'in sözlerine destek vererek, 'O sıradan biri değil' diye konuştu
İSTANBUL Milliyet
PKK lideri Abdullah Öcalan, Kenan Evren için "O sıradan biri değil. Türkiye'de yıllarca ordunun en üst düzeyi olmuştur. Askeri bir dehadır, yani onların beyin takımındandır. O bile tehlikeyi görmüş ki, bu kadar dönüş yapabiliyor. 'Kart - kurt' söyleminden 'eyalet'e geldi" dedi.
Gündem gazetesinin Öcalan'ın avukatlarına dayanarak verdiği habere göre Öcalan, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan'ın da bu konuda girişimleri bulunduğunu öne sürdü. "1997'de Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya'nın bir toplantıda benden 'Sayın Öcalan' diye bahsettiği ve barışa yönelik girişimlerde bulunacağına ilişkin ifadeler kullandığı bilgileri bize geldi" iddiasını dile getiren Öcalan'ın şu sözlerine yer verildi:
"ABD ve İsrail, Kürt ulus devletini destekleyeceklerdir. Destekledikleri sürece de bu devletler, Kürt ulus devletini ortadan kaldıramazlar. İsrail bir şeye karar vermişse, kimse direnemiyor.
Türk Genelkurmayı da uzun süre direnemez. Barzani'nin Kürt ulus devletini savunmaktan başka tutunacağı dalı yoktur. Kürt ulus devleti fikrinden vazgeçerse biter. Barzani az değil, gücü de var. 40 - 50 yıllık bir mücadele deneyimleri de var. Başta Irak olmak üzere Türkiye, İran ve Suriye'de de taraftarları ve örgütlenmeleri var.
Buradaki taraftarları da yeri geldiğinde kendisine destek oluyor, olacak. Barzani'nin PKK'ya karşı savaşmayacağını düşünüyorum. Ulus devlet fikrini uzun zaman savundum, ama çözüm getiremeyeceğini gördüm.
İkinci çözüm anlayışı bizim savunduğumuz demokratik çözüm anlayışıdır. Ben, 'demokratik ulus' diyorum. Kürtler demokratik ulus çerçevesinde birliklerini sağlamalıdır."
Bir generalin, özellikle de faşist bir generalin; "Türkiye'de yıllarca ordunun en üst düzeyi ol"ması, nasıl bir "askeri deha" olmayı getiriyor?.. Anlamış değilim!..
" 'Kart-Kurt' söyleminden 'eyalet'e gel"inmesi, sizin Kürt Faşizmi anlayışınızdan başka neye hizmet edecek?.. Hiç bir olgu tek başına bir anlam içermez. Ancak, diğer olgularla birleştiğinde bir anlam içerir...
Milliyet gazetesinin, PKK'nin yayın organı gibi yayın yapan Gündem gazetesine dayanarak verdiği haber, Kürt halkının gerçek temsilcisinin Öcalan olamayacağını, bir kez daha kanıtlıyor. Düşlerinin tutsağı olan Apo, dizgesel olmayan dünya görüşüyle, her zaman yaptığı gibi, pragmatist görüşlerle yaşamını sürdürüyor...
Açık açık "ABD ve İsrail, Kürt ulus devletini destekleyeceklerdir." diye konuşan Apo, İsrail'in "kararlılığını" övme noktasına dek savruluyor. Açıkça ve Kürtçe; emperyalizmin gücünü kutsayan Öcalan, halklara değil, emperyalistlere güvendiğini bir kez daha ortaya koyuyor...
"Ulus devlet fikrini uzun zaman savundum, ama çözüm getiremeyeceğini gördüm." tümcesiyle, kendince, topu orta sahada gezdiren Apo; her nedense Bekaa Vadisi'ndeyken farklı, Kenya'da yakalandıktan sonra çok farklı söylem geliştirmeyi sürdürüyor...
Onbinlerce genç ölünün fotoğrafını çektiren taraflardan biri olan Öcalan, "anlamsız biçimde ölüme giden" insanlar için ne düşünüyor?.. Çok merak ediyorum!..
Solu, özellikle sosyalist solu bir soru bekliyor; PKK'nin "tarihi" ve "talihi" için neler düşünülüyor?.. Bundan sonra, neler düşünülecek?..
tıklayın: hilmibulunmaz.com

27 Nisan 2007 Cuma

Sorun Yayınları kapitalizmin sorunu

Karşı çıkma adına karşı çıkan politikayla hareket etmeyen, iktidar seçeneği de sunan Sorun Yayın Kolektifi, salt paranın iktidarıyla uğraşmıyor... Kendilerini "sol" diye niteleyen yanılsamacılarla da uğraşmak zorunda kalıyor:

SİSTEMİN TCK 301 TERÖRÜ DEVAM EDİYOR!!!

Yargılama Devam Ediyor!!!

Ocak 2006 tarihinde Sorun Yayınları Kolektifimizce yayınlanan "Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi" isimli kitabımızın yazarı Osman Tiftikçi ve Kolektifimiz'in sorumlusu Sırrı Öztürk hakkında Genelkurmayın talebi doğrultusunda TCK'nın 301. Maddesine göre açı-lan/açtırılan davaya 6 Mart 2007 günü saat; 9.30'da, İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan duruşmaya devam edildi. Duruşmaya yurtdışında bulunduğu için katılamayan Osman Tiftikçi'nin tevkif edilerek getirilmesine ve ihzaren celbi konusunda cevaplanmayan müzekkerenin yenilenmesine, ayrıca duruşmanın 8 Mayıs 2007 tarihinde, saat: 9.30'da yapılmasına karar verildi.

Burjuva ve "sol" basın yayın kuruluşlarının bu konuyu "sinsi kuşatma", sansür ve otosansür yöntemleriyle haber niteliğinde dahî görmeyerek yayınlamamakta ısrarlı olduklarını görüyoruz. Bu durum kapitalist yabancılaşmanın ilginç bir tezahürüdür. Değerlendirilmesini namuslu, iyi yürekli ve ilerici insanlarımızın bilincine sunuyoruz.

Basını ve İlerici-Demokrat kamuoyunu hem duyarlı olmaya hem de dayanışmaya çağırıyoruz.

Sorun Yayınları Kolektifi
tıklayın: hilmibulunmaz.com

26 Nisan 2007 Perşembe

Angola emperyalizme direniyor

Marksizm'i bayrağına dek işlemiş bulunan Angola, emperyalizmin en önemli simgesi olan IMF'ye kafa tutuyor...

Atılım Haber Bülteni'ne yansıyan haberden kısa bir paragraf alalım:

Angola hükümetinin IMF'nin verilecek kredileri siyasal reformlar yapılması şartına bağlamasından rahatsız olduğu kaydediliyor. IMF bu yöntemle 'yardım' adı altında devletleri kendine, küresel sermayeye bağımlı hale getiriyor.

tıklayın: hilmibulunmaz.com

Zana, Talabani, Barzani, Öcalan...

Amerikan emperyalizminin; Irak'ı işgal edip, iktidara getirdiği işbirlikçi Celal Talabani ve "yoldaşları"nı kahraman ilan eden Leyla Zana ve diğer PKK'liler, nasıl bir gelecek kurguladıklarını, her şeyiyle belli ediyorlar...

Milliyet gazetesindeki haber yalanlanmadığına göre, geçerlilik arzediyor:

"Kerem Türk / ANKA

Eski DEP Milletvekili Leyla Zana, uzun süre devam eden sessizliğini bozdu. Zana, Kürtlerin 3 yoldaşı olduğunu bunların ise Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, Kuzey Irak Bölgesel Hükümet Başkanı Mesut Barzani ve Abdullah Öcalan olduğunu söyledi.

Diyarbakır Fuar Alanı’nda kutlanan Nevruz töreninde Kürtçe ve Türkçe konuşan Zana, Kürtçe yaptığı konuşmada, "Kürtlerin 3 yoldaşı vardır. Bu üçü de çok değerledir. Kürtlerin yüreğinde önemli bir yere sahiptir" dedi. Zana, "Bircinsi Celal amca (Celal Talabani), Irak Devlet Başkanı, bir Kürt lideri ve kardeşliğe inanıyor, hepimizi de kabul ediyor. İkincisi Mesut amcadır. Kürdistan Bölge Başkanı, yani o da bizi kabul ediyor. Üçüncüsü hepimizin dile getirdiği gibi siz ona reber, başkan diyorsunuz. Hepimizin yüreğinde Kürt halkının iradesi olarak anlatıldığı başkan Öcalan’dır. Üçü de yüzümüzün akıdır, kulağı, yüreği ve beynidir. Yüreğimizde yer edinmişlerdir" diye konuştu."

kaynak:http://www.milliyet.com.tr/2007/03/21/son/sonsiy22.asp
tıklayın: hilmibulunmaz.com