Sennur Sezer
Yazarlar Sendikası Genel Başkanı Enver Ercan, hafta sonunda yapılacak olağanüstü genel kurul öncesinde sorularımızı yanıtladı.
Türkiye Yazarlar Sendikası, bir süredir seçimleri, tartışmaları, davaları ile gündemde. Birkaç ay arayla toplanan genel kurul öncesinde, Genel Başkan Enver Ercan’la yaptıklarını ve yapamadıklarını konuştuk. Kendilerine yöneltilen eleştirilere yanıt veren Ercan, her kongre sonrasında açılan kapatma davaları meselesini kökünden çözdükleri müjdesini de verdi. Ercan, sorularımızı yanıtladı...
Bu hafta sonu olağanüstü genel kurulunuz yapılacak. Üyelere nasıl bir çağrıda bulunmak istiyorsunuz?
Üyelerin en başta görevlerini yerine getirip 29 Eylül Cumartesi sabahı en geç saat 10.00’da, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Türkocağı Caddesi, Cağaloğlu’ndaki adresindeki toplantı salonunda olmalarını bekliyoruz. Genel kurulu açtıktan sonra TYS’nin geleceğine ilişkin birbirimize söyleyeceğimiz, anlatacağımız çok şey olacak tabii ki. Ama önce salonda en az 228 kişi olmamız gerekiyor. Biz TYS’nin önünü tıkama girişimlerine izin vermedik, şimdi üyelerimizin gelip yürüyüşümüze katılmalarını istemek hakkımız.
2 buçuk yıllık bir çalışma dönemi geçirdiniz. Övgülerin yanı sıra eleştiriler de aldınız. Bu süreçteki çalışmalarınızı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yoğun bir dönem geçirdik ve çok daha iyilerini yapmak zorunda olduğumuz iyi işler yaptık. Elbette eksiklerimiz de oldu, eleştiriler de aldık. Bundan doğal ne olabilirdi ki? Oturup değerlendirdik, haklı bulduklarımızı hemen hayata geçirdik. Sözgelimi, böyle yapıcı eleştirilerden birini Güngör Gençay yöneltmişti. Örgüt bilinci bunu gerektirirdi zaten. Kendisine bir kez daha teşekkür ederim. Düzeysiz ve haksız eleştirilere ise zaman zaman topluca yanıt verdik. Bunun tek nedeni, kamuoyunda “Sükut ikrardan doğar” izlenimi uyanmasın diyedir. Yoksa, hiçbiri dikkate alınacak türden değildi. Somut konuşmayı severim: Sözgelimi, Bülent Habora habire konuştu. Peki ne söyledi, hangi yapıcı eleştiriyi yöneltti? Benim ne kadar basiretsiz, beş para etmez biri olduğumu, ünlem işaretleriyle süslenmiş, ironik sandığı bir dille anlattı durdu. Bazı kişiler, ne yazık ki “abi” olmayı beceremiyorlar. Bizim onların deneyimlerine ihtiyacımız varken, az gelişmiş ülke aydını kompleksinden kurtulamayıp “Bizden başka herkes sahtekardır, mutlaka örgütü, ülkeyi satar” güdüsüyle öylece yaşayıp gidiyorlar. Hem genel kurula gelmeyeceksin, hem de “Sendikayı kayyuma düşürecek hale getirdiler” diye ahkam keseceksin, bu en hafifinden ayıptır.
Seyyit Nezir için bir şey söylemek istemiyorum. Düzeysizliğini belden aşağı ifadelere kadar indirdi çünkü. Konuşursam, okurlarınıza saygısızlık etmiş olurum.
Eleştirilerden başladınız…
Övgüler için elbette teşekkür ederiz, çalışırken bize güç verdi, daha yapacak çok işimiz var çünkü.
Bakın, benim daha önceden sendikacılık, dernekçilik adına pek faaliyetim olmamıştı. Bu nedenle de hatırlarsanız, seçimi kazandığımız 2005 kongresinden önce TYS’yi çekip çevirecek bir yönetim oluşturmak için çok çaba sarf ettim. Hatta gerekirse listede yer almayabileceğimi de ifade ettim. Cengiz abi (Bektaş) tanıktır.
İş başa düşünce, listemizi ve bildirimizi cuma gecesi hazırladık, cumartesi sabahı kongreye katıldık. Açıkçası seçilmeseydik üzülmezdim; dostlarımıza verdiğimiz sözü tutmuş, görevimizi yapmıştık çünkü. Üyeler oylarını bizden yana kullanmamışlarsa, ne diyebilirdik ki?
Ama kazanınca taşın altına elimizi koyacaktık elbette. Saldırgan, kin kusan eleştirilerden çekinecek değildik ya. Biz işimizi ciddiye alırız ve gereken neyse onu yaparız. Tabii ki tüzüğümüzün belirlediği çerçevede. Yine somut konuşayım: 200 dolayında yazınsal, toplumsal, politik etkinlik yapmışız. Geleneğine uygun tavırlar geliştirmeyi başardığımız, sesimizi duyurabildiğimiz ve en önemlisi ciddiye alındığımız için yaptığımız işlerin yalnızca yazılı basındaki yankısı 4-5 büyük klasör tutuyor. NTV, CNBC gibi kanallara 2, 3. haber olarak girmenin çok da kolay olmadığını siz de bilirsiniz. Cumhurbaşkanından kültür bakanına, muhalefet liderinden diğer parti liderlerine, sivil toplum kuruluşlarına kadar her kesimden kurum ve kuruluşun, sözünü dikkate aldığı bir yazar örgütüyüz bugün. Kötü mü?
Bilgisayarı yenilenmiş, web sitesi geliştirilmiş, kendisine ait projeksiyon makinesi ve kamerası olan, başkanla direkt konuşulabilen, cep telefonu hattına sahip bir yazar örgütüyüz bugün. Kötü mü?
En önemlisi de her kongreden sonra, hakkımızda açılan kapatma davaları nedeniyle korkuya kapılıp “Sendikayı dernek mi yapsak, akademiye mi dönüştürsek” diye hararetle tartışır dururduk ya, avukatımız Kamil Tekin Sürek’in büyük desteğiyle -ki hepimiz kendisine teşekkür borçluyuz- bu meseleyi kökünden hallettik. Artık böyle bir dava açılamayacak. Türkiye Yazarlar Sendikası hep vardı ve bundan sonra da hep sendika olarak var olacak. Kötü mü?
Eksiklerimiz yok mu? Çok… Hem iç işlerimizde, hem dışa dönük çalışmalarımızda yeni yapılanmalara gitmemiz gerekiyor. Bunlar saptanmış durumda zaten. Yeniden seçilirsek üstesinden geliriz hepsinin; seçilemezsek, yeni yönetime raporumuzu sunarız. İstedikleri takdirde her zaman yanlarında oluruz.
Seçilemezseniz, ılımlı bir muhalefet yapacaksınız anlamına mı geliyor bu?
Elbette. TYS’de muhalefet, bir yazar örgütü üyesi duyarlılığıyla yapılabilir ancak. Yıkıcı, kırıcı olmadan; yazar olmanın bilinci ve inceliğiyle. Eğer eleştirimiz olursa, tabii ki bir sonraki kongrede yöneltiriz. Ama görev yaptıkları süreçte hep yanlarında oluruz. Zaten örgüt bilincinden önce kendinin bilincinde olması lazım insanın. Biz öyle bir disiplin ve terbiyeden geliyoruz. Sosyalistim diyorsanız, bunu hem kişiliğinizle hem de eylemlerinizle kanıtlamanız gerekir. Sosyalizmi omzunuza attığınız pardösü gibi taşıyorsanız, sıkıya geldiğinizde ya da işinize gelmediğinde omzunuzdan atar, sıvışırsınız. “Biz seçilmedik ki, bize ne” diyen, en başta ahlaksızdır; sosyalistim dese ne yazar?
Ya seçilirseniz?..
En zor soru bu işte! Hem ulusal, hem uluslararası alanda önümüze öyle hedefler koyduk ki yalnızca uluslararası alanda 10 projemiz var. Ulusal alanda kaç projemiz olduğunu siz düşünün artık.
En başta, şu kapatılma korkusundan kurtulduğumuz için üye olarak destek vermeye hazır yazar-şair dostlarımızı bünyemize katacağız. Yine hemen, sendikanın yazışma, üye kayıt formları, üye bilgileri, gelir-gider hesapları gibi iç işleyişiyle ilgili her şeyi profesyonel anlayışla bilgisayar ortamına taşıyacağız.
Yapacağımız ilk “dış” işi de söylersem, “Nasıl Bir TYS” sorusuna en net yanıtı vermiş olurum: Ekim ayında, Frankfurt Kitap Fuarı’nda, bu yılın konuk ülkesi Katalanlardan 2008 için bayrağı devralırken Türk şiirinin gelişimini, TYS Başkanı olarak ben anlatacağım. Bildiğiniz gibi TYS, bir yıl önce hazırlıklarına başlanan bu projenin Türkiye adına yürütme kurulunun 5 üyesinden biri.
(İstanbul/EVRENSEL)
tıkla
Sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'a ait bu site, sosyalist kültürün oluşumuna katkıda bulunmak amacıyla yayınlanıyor.
30 Eylül 2007 Pazar
29 Eylül 2007 Cumartesi
Yazar oldum!...
Tam kestiremiyorum; sanırım on yılı aşkındır Türkiye Yazarlar Sendikası üyesiyim. Belleğim beni yanıltmıyorsa, hiçbir zaman aidat ödemedim. Hiçbir seçime katılmadım. Üye değilken, fazlasıyla katkıda bulunduğum TYS'ye üye olduktan sonra, selam vermek için bile bir kez uğramadım... Bunun birçok nedeni var. Ancak, en büyük nedeni; kendimi orada duyumsayamamam...
Gün geldi; TYS'nin kapanacağı söylentisi her yanı sardı. 12 Eylül Faşizmi'nin gölgesi egemen olsa da, kendisi iyi saatte olsunların konuğu olduğundan, kapanma olasılığı, iki kat canımı sıktı...
TYS'nin kapanmaması için 228 (salt çoğunluk sayısı) bulunmalı ve Olağanüstü Genel Kurul yapılmalıydı. Bugün (29 Eylül 2007), TYS'nin toplantısına katılmak üzere, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti toplantı salonuna gittim: 50 TL aidatımı ödedim. Orada bulunduğuma dair imzamı attım. Divan seçimi yapılırken oy kullandım...
Yaklaşık bir saat bulunduğum mekan beni sıktı. Süreç beni sıktı. Durum beni sıktı. İlişkiler yada ilişkisizlikler beni sıktı. Neden?...
Toplumun önderi olduğunu sandığım yazarlar (ben de!), toplumdan uzak... Toplumun, düşünsel anlamda "kaymak tabakası" yazarlar (ben de!), terzinin söküğünü dikemediği durumda... Ve daha bir sürü durum...
Neyse ki, uzun yıllardır göremediğim insanları gördüm. Onlarcasıyla sohbet ettim. Anımsadıklarım: Nuray Gök Aksamaz, Ahmet Can Akyol, Suna Aras, Yılmaz Arslan, Nihat Ateş, İdris Atmaca, Cuma Boynukara, Osman Bozkurt, Yılmaz Elmas, Mine Ergen, Cezmi Ersöz, Güngör Gençay, Şenel Gökçe, Cengiz Gündoğdu, Bülent Habora, Ali Kaya, Mustafa Köz, Sabri Kuşkonmaz, Kemal Özer, Mustafa Suphi, Leyla Şahin, Berrin Taş, Tevfik Taş, Afşar Timuçin, Hıfzı Topuz, Öner Yağcı...
Oldum olası iktidarlardan hoşlanmadığımdan olsa gerek, Enver Ercan'ın Divan'ını değil, Afşar Timuçin'in Divan'ını destekledim...
Divan seçimi gerçekleşir gerçekleşmez kendimi sokağa attım... Oh, mis gibi bir hava... Halk, kendi gerçekliğinde müthiş bir kımıltı halinde... Dünya varmış!...
Bir yandan, hızlı hızlı yürüyor ve bir yandan da, bana sentetik gelen durumu düşünüyordum. Yüzlerce yazarın tümünü tanıyordum. Orada olmayan binlercesini de... Hemen tümüyle yolumuz bir biçimde kesişmişti. Bir kısmıyla "ortak işler" yapmıştık:
Cengiz Gündoğdu - Berrin Taş (İnsancıl dergisi) ile birlikte işler yapmıştık: İnsancıl dergisinde, 18 sayı, aralıksız olarak yazı yazdım. İnsancıl binasına sürekli olarak gidip geldim. İnsancıl ile Bulunmaz Kültür Merkezi olarak (yine) birlikte Okuma Tiyatrosu gerçekleştirdik. Hem de uzun zaman sürdü bu tiyatro çalışması. Birlikte Felsefe Seminerleri yaptık. Va daha bir sürü iş...
Güngör Gençay (Gerçek Sanat) ile de birçok işe birlikte imza attık: Gerçek Sanat dergisinde 13 sayı yazı yazdım. Gerçek Sanat yayınlarının okunmasına katkıda bulundum. Gerçek Sanat da, Bulunmaz Kültür Merkezi'ne katkıda bulundu...
Aydın Öztürk (Berfin Bahar) ile de bazı işlere "ortak imza" attık...
Cezmi Ersöz ile 1970'li yılların sonunda birlikte tiyatro yapmaya çalıştık...
Mine Ergen, tiyatro çalışmalarıma katılan bir oyuncuydu...
Nuray Gök Aksamaz, tüm dergilerime omuz veren önemli bir şair...
Nihat Ateş ile hem İnsancıl'da birlikte işler yaptık ve hem de benim sahibi olduğum MuM dergisinin genel yayın yönetmenliğini yürüttü...
Sabri Kuşkonmaz; tüm dergilerime, kültür merkezine, tiyatroma, yayınevime omuz verdiği gibi, tüm hukuksal davalarıma da, savunman olarak çok büyük katkılarda bulundu...
Hıfzı Topuz'un "Lumumba" adlı yapıtı, tiyatro çalışmalarıma yön veren önemli bir yapıt olarak, belleğimdeki yerini koruyor...
Afşar Timuçin ve Kemal Özer'in, Bulunmaz Kültür Merkezi'ne felsefi, estetik, poetik... önemli katkıları oldu...
Yukarıda adlarını sıraladığım diğer şair ve yazarlar, ayrıca unuttuklarım yada anımsayamadıklarım, tümü kurumlarıma katkıda bulundular...
Sonra?... Sonra ayrılık...
Bunun birçok nedeni var. Nesnel nedenleri olduğu gibi, öznel nedenleri de var. Düzenin dayatmasından kaynaklanan nedenler olduğu gibi, yazar olmanın verdiği dayanılmaz incelikten kaynaklanan nedenler de var...
Hem yürüdüm, hem temiz havayı ciğerlerime çektim ve hem de yukarıdaki anıların hücumuna uğradım... Hüzünlendim...
Sünnet olan çocuğa Müslüman, vaftiz olan çocuğa Hıristiyan dedikleri gibi, ben de seçime katılarak yazar oldum!...
Yarın sabah (30 Eylül 2007) seçim için, yine TYS toplantısına katılacağım. Yarın yine hüzünleneceğim...
Gün geldi; TYS'nin kapanacağı söylentisi her yanı sardı. 12 Eylül Faşizmi'nin gölgesi egemen olsa da, kendisi iyi saatte olsunların konuğu olduğundan, kapanma olasılığı, iki kat canımı sıktı...
TYS'nin kapanmaması için 228 (salt çoğunluk sayısı) bulunmalı ve Olağanüstü Genel Kurul yapılmalıydı. Bugün (29 Eylül 2007), TYS'nin toplantısına katılmak üzere, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti toplantı salonuna gittim: 50 TL aidatımı ödedim. Orada bulunduğuma dair imzamı attım. Divan seçimi yapılırken oy kullandım...
Yaklaşık bir saat bulunduğum mekan beni sıktı. Süreç beni sıktı. Durum beni sıktı. İlişkiler yada ilişkisizlikler beni sıktı. Neden?...
Toplumun önderi olduğunu sandığım yazarlar (ben de!), toplumdan uzak... Toplumun, düşünsel anlamda "kaymak tabakası" yazarlar (ben de!), terzinin söküğünü dikemediği durumda... Ve daha bir sürü durum...
Neyse ki, uzun yıllardır göremediğim insanları gördüm. Onlarcasıyla sohbet ettim. Anımsadıklarım: Nuray Gök Aksamaz, Ahmet Can Akyol, Suna Aras, Yılmaz Arslan, Nihat Ateş, İdris Atmaca, Cuma Boynukara, Osman Bozkurt, Yılmaz Elmas, Mine Ergen, Cezmi Ersöz, Güngör Gençay, Şenel Gökçe, Cengiz Gündoğdu, Bülent Habora, Ali Kaya, Mustafa Köz, Sabri Kuşkonmaz, Kemal Özer, Mustafa Suphi, Leyla Şahin, Berrin Taş, Tevfik Taş, Afşar Timuçin, Hıfzı Topuz, Öner Yağcı...
Oldum olası iktidarlardan hoşlanmadığımdan olsa gerek, Enver Ercan'ın Divan'ını değil, Afşar Timuçin'in Divan'ını destekledim...
Divan seçimi gerçekleşir gerçekleşmez kendimi sokağa attım... Oh, mis gibi bir hava... Halk, kendi gerçekliğinde müthiş bir kımıltı halinde... Dünya varmış!...
Bir yandan, hızlı hızlı yürüyor ve bir yandan da, bana sentetik gelen durumu düşünüyordum. Yüzlerce yazarın tümünü tanıyordum. Orada olmayan binlercesini de... Hemen tümüyle yolumuz bir biçimde kesişmişti. Bir kısmıyla "ortak işler" yapmıştık:
Cengiz Gündoğdu - Berrin Taş (İnsancıl dergisi) ile birlikte işler yapmıştık: İnsancıl dergisinde, 18 sayı, aralıksız olarak yazı yazdım. İnsancıl binasına sürekli olarak gidip geldim. İnsancıl ile Bulunmaz Kültür Merkezi olarak (yine) birlikte Okuma Tiyatrosu gerçekleştirdik. Hem de uzun zaman sürdü bu tiyatro çalışması. Birlikte Felsefe Seminerleri yaptık. Va daha bir sürü iş...
Güngör Gençay (Gerçek Sanat) ile de birçok işe birlikte imza attık: Gerçek Sanat dergisinde 13 sayı yazı yazdım. Gerçek Sanat yayınlarının okunmasına katkıda bulundum. Gerçek Sanat da, Bulunmaz Kültür Merkezi'ne katkıda bulundu...
Aydın Öztürk (Berfin Bahar) ile de bazı işlere "ortak imza" attık...
Cezmi Ersöz ile 1970'li yılların sonunda birlikte tiyatro yapmaya çalıştık...
Mine Ergen, tiyatro çalışmalarıma katılan bir oyuncuydu...
Nuray Gök Aksamaz, tüm dergilerime omuz veren önemli bir şair...
Nihat Ateş ile hem İnsancıl'da birlikte işler yaptık ve hem de benim sahibi olduğum MuM dergisinin genel yayın yönetmenliğini yürüttü...
Sabri Kuşkonmaz; tüm dergilerime, kültür merkezine, tiyatroma, yayınevime omuz verdiği gibi, tüm hukuksal davalarıma da, savunman olarak çok büyük katkılarda bulundu...
Hıfzı Topuz'un "Lumumba" adlı yapıtı, tiyatro çalışmalarıma yön veren önemli bir yapıt olarak, belleğimdeki yerini koruyor...
Afşar Timuçin ve Kemal Özer'in, Bulunmaz Kültür Merkezi'ne felsefi, estetik, poetik... önemli katkıları oldu...
Yukarıda adlarını sıraladığım diğer şair ve yazarlar, ayrıca unuttuklarım yada anımsayamadıklarım, tümü kurumlarıma katkıda bulundular...
Sonra?... Sonra ayrılık...
Bunun birçok nedeni var. Nesnel nedenleri olduğu gibi, öznel nedenleri de var. Düzenin dayatmasından kaynaklanan nedenler olduğu gibi, yazar olmanın verdiği dayanılmaz incelikten kaynaklanan nedenler de var...
Hem yürüdüm, hem temiz havayı ciğerlerime çektim ve hem de yukarıdaki anıların hücumuna uğradım... Hüzünlendim...
Sünnet olan çocuğa Müslüman, vaftiz olan çocuğa Hıristiyan dedikleri gibi, ben de seçime katılarak yazar oldum!...
Yarın sabah (30 Eylül 2007) seçim için, yine TYS toplantısına katılacağım. Yarın yine hüzünleneceğim...
Myanmar'da zulüm ve ayaklanma sürüyor!...
28 Eylül 2007 Cuma
Olağanüstü Genel Kurul
Ülkemizin aynası konumunda olan Türkiye Yazarlar Sendikası, yeter sayıya ulaşmakta büyük sorun yaşıyor. Dünya ve ülke sorunlarıyla sürekli olarak meşgul olan yazarlar, ne yazık ki, kendi sorunlarına sahip çıkmakta ikircikleniyorlar. Terzinin söküğünü dikemediği gibi, yazarlar da, kendi içlerinde demokratik örgütlenme anlamında zorlanıyorlar...
Yarın (29 Eylül 2007) toplanacak ve kendimiz için karar vereceğiz: Ne denli işlevsel bir örgüt olduğumuzu, kamuoyuna kanıtlayacağız!...
Yarın (29 Eylül 2007) toplanacak ve kendimiz için karar vereceğiz: Ne denli işlevsel bir örgüt olduğumuzu, kamuoyuna kanıtlayacağız!...
Myanmar ayaklanıyor!...
Myanmar'daki diktatörlük, kendisi dışında herkese ölüm kusuyor... Budist rahiplerden tutun, sıradan insanların özgürlük haklarına dek, tüm insani hakları iğdiş eden diktatörlük, bizdeki Askeri Cunta ve onun uzantısı faşizan iktidarları anımsatıyor...
tıkla
tıkla
Dilini bilmesek de izleyelim...
27 Eylül 2007 Perşembe
Ulucanlar katliamı unutulmadı!...
26 Eylül 2007 Çarşamba
24 Eylül 2007 Pazartesi
Sade suya tirit dergi...
Okuyacağımız kitap...
Bugün (24 Eylül 2007), Nazilerle Beş Yıl adlı kitabın yazarı, Önay Yılmaz telefon etti. 2 Mart 2007'de yayımladığımız bir yazıyı (tıkla) anımsattı. Anımsamakta çok zorlandık. Telefonu kapattıktan sonra yazıya bakınca, yazının o kitaba yönelik olmaktan öte, kitap eklerinin kapitalistleşmek zorunda kalan açmazını sergilediğimizi gördük...
Önay Yılmaz'ın haklı bir eleştirisiyle karşılaştık: Kitabı okumadan, böyle bir yazı yazmanın doğru olmayacağı... Tikelde haklıydı Yılmaz. Ne var ki, biz, tümel durumu sergilemek için, bir örnek vermek istemiştik. Yılmaz'a eleştiri yapabileceğini ve sitemize yollayabileceğini belittik. Sadece bizim bilmemizi istediğini söyledi; Nazilerle Beş Yıl adlı kitap okunduğunda, bizim düşündüğümüz gibi bir kitap olmadığını algılayacağımızı dile getirdi...
En kısa zamanda kitabı satın alacak ve değerlendireceğiz...
Herşeye karşın, bu vesileyle bir kez daha yineleyelim: Kitap da, bir satış nesnesi oldu. Kitap da, kullanım değerinden soyutlanarak, bir değişim değeri olarak pazardaki yerini aldı. Bu durum da, ister istemez, kitap eklerinin iştahını kabartıyor...
Önay Yılmaz'ın Nazilerle Beş Yıl adlı kitabının tanıtım yazısını aktarıyoruz:
Atatürk tarafından maden mühendisliği olmak üzere Almanya'ya gönderilen, beşi de başarılı birer lise öğrencisi... Türkiye'ye döndüklerinde çeşitli fakültelerin kuruluş kadrosunda yer alacak olan bu gençlerin, II. Dünya Savaşı öncesi Nazi Almanyası'nda yaşadıkları, bir belgesel oluşturacak kadar ilginçtir.
-Yahudi sanılıp trenden indirildiklerinde Kuran'dan sureler okuyarak Müslüman olduklarını kanıtlamaya çalışmaları...
-Aynı üniversiteden bir grup Nazi'nin, ellerinde ünlü gazeteleri Der Stümer'le çevrelerini sarması...
-Yaptıklarından pişmanlık duyup hasta numarasıyla evine kapanan Nazi sınıf arkadaşlarının, yapılanların iğrenç ve açıklanamaz olduğunu kabullenmesi ve onları, bir an önce Almanya'yı terk etmeleri için uyarması...
Nazilerle Beş Yıl, II. Dünya Savaşı yıllarındaki Türkiye'ye ilişkin bilinmeyenler yanında, aşkın, korkunun, azmin, başarının harmanlandığı farklı tatta bir belgesel roman.
tıkla
Önay Yılmaz'ın haklı bir eleştirisiyle karşılaştık: Kitabı okumadan, böyle bir yazı yazmanın doğru olmayacağı... Tikelde haklıydı Yılmaz. Ne var ki, biz, tümel durumu sergilemek için, bir örnek vermek istemiştik. Yılmaz'a eleştiri yapabileceğini ve sitemize yollayabileceğini belittik. Sadece bizim bilmemizi istediğini söyledi; Nazilerle Beş Yıl adlı kitap okunduğunda, bizim düşündüğümüz gibi bir kitap olmadığını algılayacağımızı dile getirdi...
En kısa zamanda kitabı satın alacak ve değerlendireceğiz...
Herşeye karşın, bu vesileyle bir kez daha yineleyelim: Kitap da, bir satış nesnesi oldu. Kitap da, kullanım değerinden soyutlanarak, bir değişim değeri olarak pazardaki yerini aldı. Bu durum da, ister istemez, kitap eklerinin iştahını kabartıyor...
Önay Yılmaz'ın Nazilerle Beş Yıl adlı kitabının tanıtım yazısını aktarıyoruz:
Atatürk tarafından maden mühendisliği olmak üzere Almanya'ya gönderilen, beşi de başarılı birer lise öğrencisi... Türkiye'ye döndüklerinde çeşitli fakültelerin kuruluş kadrosunda yer alacak olan bu gençlerin, II. Dünya Savaşı öncesi Nazi Almanyası'nda yaşadıkları, bir belgesel oluşturacak kadar ilginçtir.
-Yahudi sanılıp trenden indirildiklerinde Kuran'dan sureler okuyarak Müslüman olduklarını kanıtlamaya çalışmaları...
-Aynı üniversiteden bir grup Nazi'nin, ellerinde ünlü gazeteleri Der Stümer'le çevrelerini sarması...
-Yaptıklarından pişmanlık duyup hasta numarasıyla evine kapanan Nazi sınıf arkadaşlarının, yapılanların iğrenç ve açıklanamaz olduğunu kabullenmesi ve onları, bir an önce Almanya'yı terk etmeleri için uyarması...
Nazilerle Beş Yıl, II. Dünya Savaşı yıllarındaki Türkiye'ye ilişkin bilinmeyenler yanında, aşkın, korkunun, azmin, başarının harmanlandığı farklı tatta bir belgesel roman.
tıkla
Kitap ekleri pazarlamacılık yapıyor
Kapitalizm, her alanda olduğu gibi, yayımcılık alanında da; insan için ürün yerine, ürün için insana gereksinim duyuyor... Yeter ki, okusun ve unutsun... Aynı sorunlar içinde bocalasın ve yeniden tüketmek için kitap satın alsın...
Bu pazara hizmet eden, kirlenmiş yerlerimizi temizlememiz için, peçetecilik işlevi gören kitap ekleri, insana en uzak olan kitapları ve bunları yayımlayan yayınevlerini vitrine taşıyor...
"Ne kadar reklam, o kadar kitap tanıtımı" anlayışıyla hareket eden kitap ekleri, hangi düşünüşe yakın olursa olsun, söz konusu "reklam pastası" olunca, ister istemez kapitalist mantıkla yaklaşıyor duruma...
Onlarca yıldır okuduğum Cumhuriyet gazetesi de böyle davranmak zorunda kalıyor... Belleğim beni yanıltmıyorsa, örnekse Sorun Yayınları kitapları, pek tanıtılmıyor Cumhuriyet'te...
Oysa, yine örnekse Remzi Kitabevi'nin, en kıytırık kitapları bile, çok rahatça yer bulabiliyor Cumhuriyet'in kitap ekinde...
Bu haftaki (1 Mart 2007 tarih ve 889. sayı) Cumhuriyet KİTAP'ta; Kapakta TÜYAP Bursa 5. Kitap Fuarı gündeme gelirken, hemen kapak içi her zaman olduğu gibi Yapı Kredi Yayınları'na ayrılmış...
Üçüncü sayfada, Yapı Kredi Yayınları'nın yaratıcı meleği Enis Batur, tüm "sevecenliği" ile vitrindeki ışıltılı köşesinden, serçe görmüş şahin gibi bizlere gülücükler atıyor...
Dördüncü ve dörtbuçukuncu sayfada Say yayınları gündeme geliyor...
Beşinci sayfanın yarısını, parayı bastırarak, edebiyatın gizemli bir hal alması için savaşım veren Can Yayınları işgal ediyor...
Altıncı sayfada, edebiyatın, biraz daha pazarlanır hale gelmesi için savaşım veren Selçuk Altun'un köşesi kendini dayatıyor...
Yedinci sayfa, olduğu gibi İş Bankası'na satılmış!..
Sekizinci ve dokuzuncu sayfalar, insanların emeğin iktidarına doğru yürümesinin önünde engel yada (en azından) bu çabaya ortak olmayan, edebiyat esnafının, Bursa Kitap Fuarı için, hangi tezgahta tezgahtarlık yapacaklarını anlatan programa ayrılmış...
Dokuzuncu sayfanın yarısını kaplayan Güncel Yayıncılık, derginin bu kısmını "kapatmış"!..
Onuncu sayfa, yine tezgahtarlara ayrılmış...
Onbirinci sayfa, Bilgi Yayınevi'ne satılmış!..
Onikinci sayfanın çeyreğini "kardanadam" kiralamış... Diğer kısmında, yine tezgahtarlar boy göstermiş!..
Onüçüncü sayfayı da Kabalcı Yayınevi satın almış!...
Ondördüncü sayfada TÜYAP BURSA 5. KİTAP FUARI'na Katılan Yayınevleri'nin listesi var... Bu arada, 2. Gaziantep Kitap Fuarı'nı düzenleyen şirket, bu sayfanın bir kısmını kiralamış...
Onbeşinci sayfa; Ayrıntı Yayınevi'nin reklam parası vererek elde ettiği bir alan olarak kendini okura sunuyor...
Onaltıncı sayfada boy gösteren Metin Celal'in; Mevlana Celalettin Rumi'ye ayırdığı yazısını, celallenmemeye çalışarak, midemi tutarak ve kalp krizi geçirmemeye özen göstererek ve tabii ki zor zahmet bitirdim...
Onyedinci sayfayı satın alan Doğan Kitap, Petrol Ofisi bile satın alacak bir güce sahip olan anlayışı temsil ettiğinden, duruma şaşmamak gerekir...
Onsekizinci sayfayı; yine İş Bankası satın almış...
Ondokuzunca sayfa, bir başka yayın tekeli olan Merkez Kitaplar'a ait. Parası ödenmiş ve satın alınmış...
Yirminci ve yirmibuçukuncu sayfalarda dişe dokunur birşeylere değinilmek istenmiş...
Yirmibirinci sayfanın yarısını Günışığı Kitaplığı kiralamış...
Yirmiikinci ve yirmiikibuçukuncu sayfalar, Anahtan Kitaplar'a ayrılmış...
Yirmiüçüncü sayfanın yarısı, www.tudem.com adlı şirket için özgülenmiş...
Yirmidört ve yirmibeşinci sayfalarda Kanguru Yayınları arz-ı endan ediyor...
Yirmialtı ve yirmialtıbuçukuncu sayfalar "Kısa Kısa" ya ayrılmış...
Yirmiyedinci sayfanın bir kısmı "homerkitabevi" tarafından kiralanmış...
Yirmisekizinci sayfa Antartist'e ait...
Yirmisekizbuçukuncu sayfa Mayıs Yayınları'nın bir kitabını tanıtıyor...
Yirmidokuzuncu sayfanın yarısı da Örgün Yayınevi tarafından satın alınmış...
Yazarken benim sabrım taştı, sanırım okurken de sizin...
Tam kırksekiz sayfadan oluşan dergi, nesnel koşulların dayatmasıyla, tamamıyla kapitalistçe davranmak zorunda kalmış!...
Bu arada, Remzi Kitabevi'nin tanıtımını "yapmak zorunda kalan" Cumhuriyet'in, bu yayınevinden çıkan "Nazilerle Beş Yıl" kitabını "irdeleyen" bir paragrafı buraya alalım:
"(...) Gençler, Hitler'in ırkçı politikasını yakından izleme olanağını buluyorlar. Baskı sonucu Almanya'yı terk eden profesörler oluyor. Hitler'in iktidarı ele geçirdikten sonra nasıl kadrolaştığını bilmek açısından önemli bir belgesel yapıt 'Nazilerle Beş Yıl'. Üniversite rektörleri değiştirilip kendi yandaşları atanıyor yerlerine. Irkçı olmayanlar baskı altında tutulup sindiriliyor. Günümüzde de bu tip kadrolaşma örneklerine tanık oluyoruz. Türk öğrenciler, Almanca öğrenip çevreleriyle uyum içinde yaşamaya çalışıyorlar. Her olanaktan yararlanıp kendilerini yetiştiriyorlar. Sözgelimi; bir hafta içinde kızakla kaymayı öğrenip dağa çıkıyor ve kayıyorlar."
Almanya ve dünyada kan gövdeyi götürüp, faşizm acımasız biçimde her türden insan haklarına saldırırken ve ilericiler göğüslerini siper ederken, "...kızakla kaymayı öğrenip dağa çıkıyor..." olmak ne anlama geliyor?.. Cumhuriyet KİTAP, buna benzer soruları soramaz... Yasaktır sorması... Onun yapabileceği tek şey, reklam alırken kapitalizmi yeniden üretmektir!...
tıkla
Bu pazara hizmet eden, kirlenmiş yerlerimizi temizlememiz için, peçetecilik işlevi gören kitap ekleri, insana en uzak olan kitapları ve bunları yayımlayan yayınevlerini vitrine taşıyor...
"Ne kadar reklam, o kadar kitap tanıtımı" anlayışıyla hareket eden kitap ekleri, hangi düşünüşe yakın olursa olsun, söz konusu "reklam pastası" olunca, ister istemez kapitalist mantıkla yaklaşıyor duruma...
Onlarca yıldır okuduğum Cumhuriyet gazetesi de böyle davranmak zorunda kalıyor... Belleğim beni yanıltmıyorsa, örnekse Sorun Yayınları kitapları, pek tanıtılmıyor Cumhuriyet'te...
Oysa, yine örnekse Remzi Kitabevi'nin, en kıytırık kitapları bile, çok rahatça yer bulabiliyor Cumhuriyet'in kitap ekinde...
Bu haftaki (1 Mart 2007 tarih ve 889. sayı) Cumhuriyet KİTAP'ta; Kapakta TÜYAP Bursa 5. Kitap Fuarı gündeme gelirken, hemen kapak içi her zaman olduğu gibi Yapı Kredi Yayınları'na ayrılmış...
Üçüncü sayfada, Yapı Kredi Yayınları'nın yaratıcı meleği Enis Batur, tüm "sevecenliği" ile vitrindeki ışıltılı köşesinden, serçe görmüş şahin gibi bizlere gülücükler atıyor...
Dördüncü ve dörtbuçukuncu sayfada Say yayınları gündeme geliyor...
Beşinci sayfanın yarısını, parayı bastırarak, edebiyatın gizemli bir hal alması için savaşım veren Can Yayınları işgal ediyor...
Altıncı sayfada, edebiyatın, biraz daha pazarlanır hale gelmesi için savaşım veren Selçuk Altun'un köşesi kendini dayatıyor...
Yedinci sayfa, olduğu gibi İş Bankası'na satılmış!..
Sekizinci ve dokuzuncu sayfalar, insanların emeğin iktidarına doğru yürümesinin önünde engel yada (en azından) bu çabaya ortak olmayan, edebiyat esnafının, Bursa Kitap Fuarı için, hangi tezgahta tezgahtarlık yapacaklarını anlatan programa ayrılmış...
Dokuzuncu sayfanın yarısını kaplayan Güncel Yayıncılık, derginin bu kısmını "kapatmış"!..
Onuncu sayfa, yine tezgahtarlara ayrılmış...
Onbirinci sayfa, Bilgi Yayınevi'ne satılmış!..
Onikinci sayfanın çeyreğini "kardanadam" kiralamış... Diğer kısmında, yine tezgahtarlar boy göstermiş!..
Onüçüncü sayfayı da Kabalcı Yayınevi satın almış!...
Ondördüncü sayfada TÜYAP BURSA 5. KİTAP FUARI'na Katılan Yayınevleri'nin listesi var... Bu arada, 2. Gaziantep Kitap Fuarı'nı düzenleyen şirket, bu sayfanın bir kısmını kiralamış...
Onbeşinci sayfa; Ayrıntı Yayınevi'nin reklam parası vererek elde ettiği bir alan olarak kendini okura sunuyor...
Onaltıncı sayfada boy gösteren Metin Celal'in; Mevlana Celalettin Rumi'ye ayırdığı yazısını, celallenmemeye çalışarak, midemi tutarak ve kalp krizi geçirmemeye özen göstererek ve tabii ki zor zahmet bitirdim...
Onyedinci sayfayı satın alan Doğan Kitap, Petrol Ofisi bile satın alacak bir güce sahip olan anlayışı temsil ettiğinden, duruma şaşmamak gerekir...
Onsekizinci sayfayı; yine İş Bankası satın almış...
Ondokuzunca sayfa, bir başka yayın tekeli olan Merkez Kitaplar'a ait. Parası ödenmiş ve satın alınmış...
Yirminci ve yirmibuçukuncu sayfalarda dişe dokunur birşeylere değinilmek istenmiş...
Yirmibirinci sayfanın yarısını Günışığı Kitaplığı kiralamış...
Yirmiikinci ve yirmiikibuçukuncu sayfalar, Anahtan Kitaplar'a ayrılmış...
Yirmiüçüncü sayfanın yarısı, www.tudem.com adlı şirket için özgülenmiş...
Yirmidört ve yirmibeşinci sayfalarda Kanguru Yayınları arz-ı endan ediyor...
Yirmialtı ve yirmialtıbuçukuncu sayfalar "Kısa Kısa" ya ayrılmış...
Yirmiyedinci sayfanın bir kısmı "homerkitabevi" tarafından kiralanmış...
Yirmisekizinci sayfa Antartist'e ait...
Yirmisekizbuçukuncu sayfa Mayıs Yayınları'nın bir kitabını tanıtıyor...
Yirmidokuzuncu sayfanın yarısı da Örgün Yayınevi tarafından satın alınmış...
Yazarken benim sabrım taştı, sanırım okurken de sizin...
Tam kırksekiz sayfadan oluşan dergi, nesnel koşulların dayatmasıyla, tamamıyla kapitalistçe davranmak zorunda kalmış!...
Bu arada, Remzi Kitabevi'nin tanıtımını "yapmak zorunda kalan" Cumhuriyet'in, bu yayınevinden çıkan "Nazilerle Beş Yıl" kitabını "irdeleyen" bir paragrafı buraya alalım:
"(...) Gençler, Hitler'in ırkçı politikasını yakından izleme olanağını buluyorlar. Baskı sonucu Almanya'yı terk eden profesörler oluyor. Hitler'in iktidarı ele geçirdikten sonra nasıl kadrolaştığını bilmek açısından önemli bir belgesel yapıt 'Nazilerle Beş Yıl'. Üniversite rektörleri değiştirilip kendi yandaşları atanıyor yerlerine. Irkçı olmayanlar baskı altında tutulup sindiriliyor. Günümüzde de bu tip kadrolaşma örneklerine tanık oluyoruz. Türk öğrenciler, Almanca öğrenip çevreleriyle uyum içinde yaşamaya çalışıyorlar. Her olanaktan yararlanıp kendilerini yetiştiriyorlar. Sözgelimi; bir hafta içinde kızakla kaymayı öğrenip dağa çıkıyor ve kayıyorlar."
Almanya ve dünyada kan gövdeyi götürüp, faşizm acımasız biçimde her türden insan haklarına saldırırken ve ilericiler göğüslerini siper ederken, "...kızakla kaymayı öğrenip dağa çıkıyor..." olmak ne anlama geliyor?.. Cumhuriyet KİTAP, buna benzer soruları soramaz... Yasaktır sorması... Onun yapabileceği tek şey, reklam alırken kapitalizmi yeniden üretmektir!...
tıkla
Anadolu'da Kızılca Halvet
arka kapak
Askeri Öner, 1945’te Tarsus’da doğdu. O yıllardaki adı Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi olan okulu bitirdi. 68’lerden aldığı ilhamla, yaşamını ulusal/toplumsal kurtuluşa ve tarihin tekerleğini ileri doğru döndürmeye adadı.
12 Mart 1971 darbesi ve Almanya’da 2-3 yıl süren sürgünden sonra 1974’te Türkiye’ye döndü… 1980’e kadar, güney bölgesinde sendikacılık, kooperatifçilik yaptı; işçi ve köylü kitlelerinin örgütlenmesine katkıda bulundu. Sonra hapislik, partisiz kalma dönemi…
İşte o boşlukta estetik ve sanatla ilgilenme fırsatı buldu; asıl yeteneğinin nerede olduğunu keşfetti. Yazdığı ilk senaryo, 1989 Yunus Nadi Ödülü aldı.
Özel olarak Türklerin tarihine eğilmek ve ideolojik kaynakları ile birlikte Anadolu’daki halk hareketlerini incelemek de bu yıllarda olanaklı oldu. Bu çalışmasını da filmi çevrilsin diye senaryolaştırdı. Genelde romandan senaryo çıkar ise de, “Anadolu’da Kızılca Halvet” romanı önceden yazılmış bu senaryodan çıkmıştır.
Yazarın, sinemaya olan yöneliminde ve sanata senaryo yazmakla girmesinde etkin bir neden olan görselleştirme gizilgücü, bu ilk romanının biçeminde de izlenir.
Anadolu’da Kızılca Halvet romanı, Babai İsyanı’na odaklanmış; isyanın tarihe geçmiş önderlerini ve dayandığı sosyal çevreyi ele almış ve öykülemiştir. Bu isyanın idealleri sonraki köylü isyanlarının da tetikleyicisi olmuş; Alevilik, Bektaşilik biçiminde günümüze kadar da devam edip gelmiştir.
Babailer İsyanı, herhangi bir halk isyanından daha başka bir şeydir. İsyanın gerçek niteliğini anlayabilmek için, öncesinde yer alan önemli tarihsel gelişmeleri; Batı’da Haçlı ordusu tarafından İstanbul’un zaptı ve Ortodoks-Hıristiyan coğrafyasında yarattığı ideolojik bunalımı, Doğu’da ise İslam Dünyasında Moğol istilasının yarattığı büyük yıkım ve bunalımları izlemek gerekiyordu. Yazar da bu yolu tutmuştur.
Anadolu’da Kızılca Halvet romanı, bir yerde şöyle bir soru da ortaya atıyor: Uygarlığın doruklarında iken, Moğol yayılmacılığını göğüsleyemeyen İslam Dünyası, günümüzün atom silahlarıyla donanmış “Moğollar”ına; ABD emperyalizminin yayılmacılığına İslam’ın başlangıcındaki değerlerine sarılarak direnebilecek midir?.. Acaba Doğu’nun Batı’yla rövanşındaki başarı şansı salt İslami değerlerde mi yatmaktadır?..
Askeri Öner, 1945’te Tarsus’da doğdu. O yıllardaki adı Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi olan okulu bitirdi. 68’lerden aldığı ilhamla, yaşamını ulusal/toplumsal kurtuluşa ve tarihin tekerleğini ileri doğru döndürmeye adadı.
12 Mart 1971 darbesi ve Almanya’da 2-3 yıl süren sürgünden sonra 1974’te Türkiye’ye döndü… 1980’e kadar, güney bölgesinde sendikacılık, kooperatifçilik yaptı; işçi ve köylü kitlelerinin örgütlenmesine katkıda bulundu. Sonra hapislik, partisiz kalma dönemi…
İşte o boşlukta estetik ve sanatla ilgilenme fırsatı buldu; asıl yeteneğinin nerede olduğunu keşfetti. Yazdığı ilk senaryo, 1989 Yunus Nadi Ödülü aldı.
Özel olarak Türklerin tarihine eğilmek ve ideolojik kaynakları ile birlikte Anadolu’daki halk hareketlerini incelemek de bu yıllarda olanaklı oldu. Bu çalışmasını da filmi çevrilsin diye senaryolaştırdı. Genelde romandan senaryo çıkar ise de, “Anadolu’da Kızılca Halvet” romanı önceden yazılmış bu senaryodan çıkmıştır.
Yazarın, sinemaya olan yöneliminde ve sanata senaryo yazmakla girmesinde etkin bir neden olan görselleştirme gizilgücü, bu ilk romanının biçeminde de izlenir.
Anadolu’da Kızılca Halvet romanı, Babai İsyanı’na odaklanmış; isyanın tarihe geçmiş önderlerini ve dayandığı sosyal çevreyi ele almış ve öykülemiştir. Bu isyanın idealleri sonraki köylü isyanlarının da tetikleyicisi olmuş; Alevilik, Bektaşilik biçiminde günümüze kadar da devam edip gelmiştir.
Babailer İsyanı, herhangi bir halk isyanından daha başka bir şeydir. İsyanın gerçek niteliğini anlayabilmek için, öncesinde yer alan önemli tarihsel gelişmeleri; Batı’da Haçlı ordusu tarafından İstanbul’un zaptı ve Ortodoks-Hıristiyan coğrafyasında yarattığı ideolojik bunalımı, Doğu’da ise İslam Dünyasında Moğol istilasının yarattığı büyük yıkım ve bunalımları izlemek gerekiyordu. Yazar da bu yolu tutmuştur.
Anadolu’da Kızılca Halvet romanı, bir yerde şöyle bir soru da ortaya atıyor: Uygarlığın doruklarında iken, Moğol yayılmacılığını göğüsleyemeyen İslam Dünyası, günümüzün atom silahlarıyla donanmış “Moğollar”ına; ABD emperyalizminin yayılmacılığına İslam’ın başlangıcındaki değerlerine sarılarak direnebilecek midir?.. Acaba Doğu’nun Batı’yla rövanşındaki başarı şansı salt İslami değerlerde mi yatmaktadır?..
Oku
Üretimin yokedildiği, mafya ekonomisinin baştacı yapıldığı günümüzde edebiyat da payını alıyor. Yarınsız, tüketilip atılan bir edebiyat pazarlanıyor. Günümüz edebiyatının insanları ha var ha yok. Varolanlar kendi öznel, sıradışı sorunlarıyla didişip duruyorlar ve sonunda da yenilip, intihar ediyorlar. Yaşamın bütünselliğinden koparılan edebiyat, doğal olarak yapması gerekenleri yapamayınca, kendi küçük alanlarına hapsediliyor. İnsan çoğunluğundan, kalabalığından uzaklaştırıma ve dar alana sıkıştırma, bilinçli. Medya ve kiralık kimi kalemlere, o dar alanın esas alan olduğunu yazmaları, öyle aktarmaları talimatı veriliyor.
12 Eylül Faşizmi sürüyor...
Povalarda Vali Yardımcısını kızdıran görüntüler
Özgür ALTUNCU/İSTANBUL, (DHA)
İSTANBUL'un düşman işgalinden kurtuluşunun 84’üncü yıl dönemi dolayısıyla düzenlenecek tören için hazırlıklar başladı. Bu sabah saat 03.30'da trafiğe kapatılan Vatan Caddesi'nde gerçekleştirilen provalarda polis ve asker de güvenlik önlemleri üzerinde çalışmalar yaptı.
ÖĞRENCİLERİN TÖREN YÜRÜYÜŞÜ BEĞENİLMEDİ
Askeri bandonunun yerini alması ve İstiklal Marşı'nın okunmasının ardından başlayan provalarda askerlerin ardından öğrenciler tören yürüyüşü yaptı. Tören yürüyüşünü titizlikle takip eden İstanbul Vali Yardımcısı Ergün Güngör, sık sık müdahalelerde bulundu. Kız öğrencilerin yürüyüşünü beğenen Vali yardımcısı Güngör, erkek öğrencilerinin yürüyüşünü ise beğenmedi.
ÖĞRETMENLERDEN İTİRAZ
Provanın ardından görevli öğretmenlerle ayaküstü bir toplantı yapan Vali Yardımcısı Güngör, şikayetlerini iletti. Kızların erkeklere göre daha iyi yürüdüğünü söyleyen Güngör, “Ayak uydurmada sorunlar var, hizalar yanlış, bunu düzeltmeliyiz'' dedi. Bu eliştirilerin ardından söze giren öğretmenler, askeri bandonun müziklerinin sık sık değiştiğini öğrencilerin buna ayak uydurmakta zorlandıklarını söylediler.
tıkla
Özgür ALTUNCU/İSTANBUL, (DHA)
İSTANBUL'un düşman işgalinden kurtuluşunun 84’üncü yıl dönemi dolayısıyla düzenlenecek tören için hazırlıklar başladı. Bu sabah saat 03.30'da trafiğe kapatılan Vatan Caddesi'nde gerçekleştirilen provalarda polis ve asker de güvenlik önlemleri üzerinde çalışmalar yaptı.
ÖĞRENCİLERİN TÖREN YÜRÜYÜŞÜ BEĞENİLMEDİ
Askeri bandonunun yerini alması ve İstiklal Marşı'nın okunmasının ardından başlayan provalarda askerlerin ardından öğrenciler tören yürüyüşü yaptı. Tören yürüyüşünü titizlikle takip eden İstanbul Vali Yardımcısı Ergün Güngör, sık sık müdahalelerde bulundu. Kız öğrencilerin yürüyüşünü beğenen Vali yardımcısı Güngör, erkek öğrencilerinin yürüyüşünü ise beğenmedi.
ÖĞRETMENLERDEN İTİRAZ
Provanın ardından görevli öğretmenlerle ayaküstü bir toplantı yapan Vali Yardımcısı Güngör, şikayetlerini iletti. Kızların erkeklere göre daha iyi yürüdüğünü söyleyen Güngör, “Ayak uydurmada sorunlar var, hizalar yanlış, bunu düzeltmeliyiz'' dedi. Bu eliştirilerin ardından söze giren öğretmenler, askeri bandonun müziklerinin sık sık değiştiğini öğrencilerin buna ayak uydurmakta zorlandıklarını söylediler.
tıkla
23 Eylül 2007 Pazar
(...) 'Ödüller şairi baştan çıkarıyor!'
Toroslu Kitaplığı Editörü Cenk Gündoğdu'ya göre, Hızlan'ın değerlendirmelerine katılmamak mümkün değil. Gündoğdu, ödüllerde son 27 yılda büyük bir patlama olduğunu ve neredeyse adına ödül konmamış, ödül almamış kimse kalmadığını söylüyor. 2000'lerde ödüllerin patladığını belirten Gündoğdu, "Artık iş öyle bir hal aldı ki, ödülsüz olmak ödüllü olmaktan daha kıymetli oldu. Neredeyse her ay dergilerde iki ödül duyurusuna ve sonuçlarına rastlıyoruz. Bu durum, adlarına şiir ödülü düzenlenen, şiirimize nefes vermiş şairlerimizi, 'genç' şairi, ödül kavramını ve seçici kurulu kirletecek boyutlara ulaştı." diyor.
Gündoğdu, 2000'li yılların, yayımlanan her üç kitaptan birinin üzerinde ödül ibarelerinin yer aldığı bir süreci yaşattığına değiniyor: "Ödülle taltif edilmemiş çok az sayıda şair yıllıklarda yer bulabiliyor. Ödül alan 'genç' şairlerden bazıları aldığı ödülün gölgesinde kayboldu. Şiire ve özellikle 'genç' şairlerin yazdıklarına ilgi göstermeyen yayınevlerinin bu tutumu 'genç' şairin ödülü, şiirlerini kitaplaştırmak için bir eşik olarak görmesine neden oluyor. Ödülün tüm bu söylediğim 'çekici', 'cazip' 'getiri'sinin yanında bir de yüksek rakamda para önermesi, şair için kışkırtıcı geliyor. Hatta şairi baştan çıkarıyor. Şairler kendinden ne götüreceğini düşünmeden ne getireceğinin büyüsüyle koşarak ödüllere dosya yetiştiriyor." (...)
tıkla
Toroslu Kitaplığı Editörü Cenk Gündoğdu'ya göre, Hızlan'ın değerlendirmelerine katılmamak mümkün değil. Gündoğdu, ödüllerde son 27 yılda büyük bir patlama olduğunu ve neredeyse adına ödül konmamış, ödül almamış kimse kalmadığını söylüyor. 2000'lerde ödüllerin patladığını belirten Gündoğdu, "Artık iş öyle bir hal aldı ki, ödülsüz olmak ödüllü olmaktan daha kıymetli oldu. Neredeyse her ay dergilerde iki ödül duyurusuna ve sonuçlarına rastlıyoruz. Bu durum, adlarına şiir ödülü düzenlenen, şiirimize nefes vermiş şairlerimizi, 'genç' şairi, ödül kavramını ve seçici kurulu kirletecek boyutlara ulaştı." diyor.
Gündoğdu, 2000'li yılların, yayımlanan her üç kitaptan birinin üzerinde ödül ibarelerinin yer aldığı bir süreci yaşattığına değiniyor: "Ödülle taltif edilmemiş çok az sayıda şair yıllıklarda yer bulabiliyor. Ödül alan 'genç' şairlerden bazıları aldığı ödülün gölgesinde kayboldu. Şiire ve özellikle 'genç' şairlerin yazdıklarına ilgi göstermeyen yayınevlerinin bu tutumu 'genç' şairin ödülü, şiirlerini kitaplaştırmak için bir eşik olarak görmesine neden oluyor. Ödülün tüm bu söylediğim 'çekici', 'cazip' 'getiri'sinin yanında bir de yüksek rakamda para önermesi, şair için kışkırtıcı geliyor. Hatta şairi baştan çıkarıyor. Şairler kendinden ne götüreceğini düşünmeden ne getireceğinin büyüsüyle koşarak ödüllere dosya yetiştiriyor." (...)
tıkla
21 Eylül 2007 Cuma
Ayışığı Sanat Merkezi etkinlikleri...
Ayışığı Sanat Merkezi kültür sanat edebiyat kitap dizisi ÖNSÖZ 9. sayısıyla yeniden merhaba diyor. Ayrıca Ayışığı Sanat Merkezi yeni dönem atölyelerine 15 Ekim'de başlıyor.
ATÖLYELERİMİZ
ŞİİR ATÖLYESİ
RESİM ATÖLYESİ
DİL ATÖLYESİ (İNGİLİZCE)
MÜZİK ATÖLYESİ
GİTAR
YAN FLÜT
KEMAN
ÇELLO
TANBUR
Adres: Taksim Ayışığı Sanat Merkezi İstiklal Caddesi Rumeli Han no: 88/11 Beyoğlu(Ağa Camii Yanı)
Tel-Faks: 0212 249 44 43
e-mail: mailto:mistanbulayisigi@gmail.com
onsozdergisi@gmail.com
ATÖLYELERİMİZ
ŞİİR ATÖLYESİ
RESİM ATÖLYESİ
DİL ATÖLYESİ (İNGİLİZCE)
MÜZİK ATÖLYESİ
GİTAR
YAN FLÜT
KEMAN
ÇELLO
TANBUR
Adres: Taksim Ayışığı Sanat Merkezi İstiklal Caddesi Rumeli Han no: 88/11 Beyoğlu(Ağa Camii Yanı)
Tel-Faks: 0212 249 44 43
e-mail: mailto:mistanbulayisigi@gmail.com
onsozdergisi@gmail.com
'Karakolda intihar modası' yeniden başladı!...
Yasal olarak insan öldüremez duruma gelen egemenler, yasadışı yollara başvuruyor... Hiçbir inandırıcılığı olmayan söylemlerle, öldürme olaylarını ört bas etmeye çalışanlar, söylediklerine kendileri de inanmadan konuşuyorlar...
Nijeryalı Okey ve Polonyalı bir başka kişinin karakollarda "intihar etmesi" ile yeniden moda haline gelen durum, duyarlı kişi, kuruluş ve kurumların dikkatinden kaçmıyor. Olayların ortaya çıkmasının en büyük nedeni, "intihar eden" kişilerin yabancı olmaları. Bir de "intihar eden" yerlileri düşünün!...
Bize gelen bir e-postayı aktarıyoruz:
Nijeryalı göçmen Festus Okey'in öldürülmesi, bu soruna karşı hiçbirimizin duyarsız kalmaması gerektiğini gösterdi. Ölüm yasalarının kaldırılması ve göçmen kardeşlerimizle dayanışmak için, 23 Eylül Pazar günü saat 14.00'de Taksim Tramvay Durağı'nda buluşuyoruz. Herkesi yapılacak basın açıklamasına bekliyoruz.
tıkla
Nijeryalı Okey ve Polonyalı bir başka kişinin karakollarda "intihar etmesi" ile yeniden moda haline gelen durum, duyarlı kişi, kuruluş ve kurumların dikkatinden kaçmıyor. Olayların ortaya çıkmasının en büyük nedeni, "intihar eden" kişilerin yabancı olmaları. Bir de "intihar eden" yerlileri düşünün!...
Bize gelen bir e-postayı aktarıyoruz:
Nijeryalı göçmen Festus Okey'in öldürülmesi, bu soruna karşı hiçbirimizin duyarsız kalmaması gerektiğini gösterdi. Ölüm yasalarının kaldırılması ve göçmen kardeşlerimizle dayanışmak için, 23 Eylül Pazar günü saat 14.00'de Taksim Tramvay Durağı'nda buluşuyoruz. Herkesi yapılacak basın açıklamasına bekliyoruz.
tıkla
Oku
20 Eylül 2007 Perşembe
Halkın yeni uyku ilacı!...
Çekimleri mahallemizde yapılan Bıçak Sırtı, halkın uyuması, uyanmaması, bir ölü gibi yaşaması için kotarılan dizilerden biri...
Aliye dizisinin benzeri izleğe, müziğe, rol kesmeye yaslanan Bıçak Sırtı, finans kapitalin uygun gördüğü iyi bir uyku ilacı. Akşam yemeğinden sonra alındığında, ertesine güne hazırlıklı oluyorsunuz: Daha az düşünüp, daha çok sömürülüyorsunuz...
Ne diyelim?... İyi seyirler!...
Aliye dizisinin benzeri izleğe, müziğe, rol kesmeye yaslanan Bıçak Sırtı, finans kapitalin uygun gördüğü iyi bir uyku ilacı. Akşam yemeğinden sonra alındığında, ertesine güne hazırlıklı oluyorsunuz: Daha az düşünüp, daha çok sömürülüyorsunuz...
Ne diyelim?... İyi seyirler!...
İdil'den dinleti iletisi...
Cenazesine gittiğim birkaç kişiden biri olan Ruhi Su'nun, "erken" ölmemesi için yurtdışına gidip, sağaltılması gerekiyordu. 12 Eylül Faşizmi, Ruhi Su'yu ölüme terk ederek, pasaport vermedi. Sağlığında acı çektirdiği Ruhi Su'ya, sayrılığında da acı çektirmeyi sürdüren egemenlerden hesap sormanın en iyi yolu, ustamızı unutmamak olmalı...
Gençlerin, Ruhi Su'ya sahip çıkmaları, beni çok heyecanlandırıyor. İdil Kültür Merkezi'nin etkinliğini aktarıyoruz:
Arkadaşlar
İdil Kültür Merkezi'nin gerçekleştireceği Ruhi Su'yu Anıyoruz etkinliğini bilgilerinize sunarım...
Aynur
Çok sesli müziğin ustası, değerli halk ozanımız Ruhi Su'yu, Okmeydanı'nda yapacağımız etkinlikle ölüm yıldönümünde anıyoruz. Ruhi Su'yu anacağımız günde; sizleri de aramızda görmek istiyoruz.
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
Tarih: 22 Eylül Cumartesi
Saat: 20:30
Yer: Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı
tıkla
Gençlerin, Ruhi Su'ya sahip çıkmaları, beni çok heyecanlandırıyor. İdil Kültür Merkezi'nin etkinliğini aktarıyoruz:
Arkadaşlar
İdil Kültür Merkezi'nin gerçekleştireceği Ruhi Su'yu Anıyoruz etkinliğini bilgilerinize sunarım...
Aynur
Çok sesli müziğin ustası, değerli halk ozanımız Ruhi Su'yu, Okmeydanı'nda yapacağımız etkinlikle ölüm yıldönümünde anıyoruz. Ruhi Su'yu anacağımız günde; sizleri de aramızda görmek istiyoruz.
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
Tarih: 22 Eylül Cumartesi
Saat: 20:30
Yer: Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı
tıkla
Sanatta özgünlük ve özgürlük arayışı...
Sanat, bir üst-yapı kurumu olduğundan, egemenlerin yedeğinde yaşamak zorunda kalıyor. Sanat, niyetten bağımsız, egemenlerin dümen suyunda seyrediyor...
Sanatın, bir üst-yapı kurumu olduğunun bilincinde olan Marksist sanatçılar, egemenlerin yedeğinde yaşamıyor. Sanatın, niyetten bağımsız, egemenlerin dümen suyunda seyrettiğinin bilincinde olan Marksist sanatçılar, özgünlüğünü özgürlüklerinde arıyorlar...
Sanat Cephesi de, Marksist damardan beslenen sanatçıların oluşturduğu bir kolektif. Kimsenin arsasına gecekondu inşa etmeyen Sanat Cephesi, tamamıyla özgüvene yasladıkları savaşımını, bu alanda savaşım verenlerle birleştiriyorlar...
Önemsiyor ve site'lerine link veriyoruz:
Sanat Cephesi Hakkında
Sanat-Edebiyat-Estetik, vb. gibi konuların sıkça tartışıldığı ve üretim açısından azımsanamayacak oranda zenginliğin olduğu bir coğrafyada bulunuyoruz. Roman, şiir, hikâye, müzik ve plastik sanatlar alanında emek veren binlerce insan-sanatçı var. Emek verenler arasında gelecekte adından ve etkinliklerinden söz ettirebilecek nitelikteki insanlarımızın çabalarını öne çıkarmak, onları eleştirel katkıyla desteklemek gerekiyor.
İlerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve komünist kimlikleriyle emek veren bizim insanlarımızın sanat-edebiyat-estetik yolundaki çabalarının politika ile olan bağı bilinmektedir.
Sosyal mücadeleler tarihi ve gelenekleri arasında “tarafsız”lık adıyla burjuvaziye biat ederek politik doymuşluğun yolunu seçenler olduğu gibi, burjuva ideolojisini doğrudan karşıya alan, bağımsız sınıf tavrı sergileyen, emekten-emekçiden-emekçi halklardan yana taraf olan sanatçılar da vardır.
Burjuvazinin yoz ve kozmopolit sanat anlayışı yolunu seçenlerle, yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklardan yana olan sanat anlayışını öne çıkarmayı uygun buluyoruz.
Liberal, tasfiyeci, postmodern ve “sivil toplumcu” yönelişleriyle burjuvazinin sanat anlayışı yanında yer alan ya da doğrudan burjuvaziye biat eden sanat anlayışlarını teşhir edip eleştirmek durumundayız.
İlerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve komünist kimlikleriyle kendi alanlarında mücadele eden insanlarımızın emek ve çabalarını da uyumlu kılarak bu birikimi mümkün olan bir alana ya da “cephe”ye çekmek zorundayız. Çünkü hayat ve mücadele bu ihtiyacı hepimize hatırlatıyor.
Bireyci, benmerkezci anlayışları yenmiş, gerici düşünce hamallıklarına karşı özgürleşmiş, kolektif üretimi gündemine almış herkes (bizim cenahımızın insanı) ile grupçuluk kültürünün ilkel duvarlarını parçalayarak yaratıcı diyalogların kapısını aralamak zorundayız.
Sanatçının özgünlük ve özgürlüğünü zedeleyen anlayışları da aşmak gerekiyor. Özgünlük ve özgürlüğünü koruyan sanatçının, kolektif özgürlük etkinliği alanında yararlı olması daha gerçekçidir.
Sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel etkinlikleriyle insanın ve insanlığın sosyal kurtuluşu yolunda tavır alan birey, grup, çevre ve örgüt seçimi yapan ya da bağımsız sınıf tavrı sergileyen bütün sanatçılar bizimdir.
Sanat Cephesi, bu anlayışların bir ifadesi olarak sanatçılarımızı bir araya getirmeye yönelmiştir. İdeolojik, sınıfsal aidiyetleri çelişmeyen, fakat, farklı formasyonlarda durmayı tercih eden sanatçıların tamamı da bizimdir. Anılan formasyonlarıyla bir Sanat Cephesi etkinliği aracılığı ile yan yana durmayı uygun bulan insanlarımızın bilinçli ve iradî çabalarının çok anlamlı olacağı kanısındayız. İlerici ve taraflı kimlikleriyle bedel ödeyen insanlarımızın sanatsal etkinliklerinden öğrenecek çok şey olduğunu düşünüyoruz.
Sanat Cephesi Sitesi Yayın Yönetmeni : İsmail Hardal Sanat Cephesi Sitesi Editörü : Kemâl Kök
tıkla
Sanatın, bir üst-yapı kurumu olduğunun bilincinde olan Marksist sanatçılar, egemenlerin yedeğinde yaşamıyor. Sanatın, niyetten bağımsız, egemenlerin dümen suyunda seyrettiğinin bilincinde olan Marksist sanatçılar, özgünlüğünü özgürlüklerinde arıyorlar...
Sanat Cephesi de, Marksist damardan beslenen sanatçıların oluşturduğu bir kolektif. Kimsenin arsasına gecekondu inşa etmeyen Sanat Cephesi, tamamıyla özgüvene yasladıkları savaşımını, bu alanda savaşım verenlerle birleştiriyorlar...
Önemsiyor ve site'lerine link veriyoruz:
Sanat Cephesi Hakkında
Sanat-Edebiyat-Estetik, vb. gibi konuların sıkça tartışıldığı ve üretim açısından azımsanamayacak oranda zenginliğin olduğu bir coğrafyada bulunuyoruz. Roman, şiir, hikâye, müzik ve plastik sanatlar alanında emek veren binlerce insan-sanatçı var. Emek verenler arasında gelecekte adından ve etkinliklerinden söz ettirebilecek nitelikteki insanlarımızın çabalarını öne çıkarmak, onları eleştirel katkıyla desteklemek gerekiyor.
İlerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve komünist kimlikleriyle emek veren bizim insanlarımızın sanat-edebiyat-estetik yolundaki çabalarının politika ile olan bağı bilinmektedir.
Sosyal mücadeleler tarihi ve gelenekleri arasında “tarafsız”lık adıyla burjuvaziye biat ederek politik doymuşluğun yolunu seçenler olduğu gibi, burjuva ideolojisini doğrudan karşıya alan, bağımsız sınıf tavrı sergileyen, emekten-emekçiden-emekçi halklardan yana taraf olan sanatçılar da vardır.
Burjuvazinin yoz ve kozmopolit sanat anlayışı yolunu seçenlerle, yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklardan yana olan sanat anlayışını öne çıkarmayı uygun buluyoruz.
Liberal, tasfiyeci, postmodern ve “sivil toplumcu” yönelişleriyle burjuvazinin sanat anlayışı yanında yer alan ya da doğrudan burjuvaziye biat eden sanat anlayışlarını teşhir edip eleştirmek durumundayız.
İlerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve komünist kimlikleriyle kendi alanlarında mücadele eden insanlarımızın emek ve çabalarını da uyumlu kılarak bu birikimi mümkün olan bir alana ya da “cephe”ye çekmek zorundayız. Çünkü hayat ve mücadele bu ihtiyacı hepimize hatırlatıyor.
Bireyci, benmerkezci anlayışları yenmiş, gerici düşünce hamallıklarına karşı özgürleşmiş, kolektif üretimi gündemine almış herkes (bizim cenahımızın insanı) ile grupçuluk kültürünün ilkel duvarlarını parçalayarak yaratıcı diyalogların kapısını aralamak zorundayız.
Sanatçının özgünlük ve özgürlüğünü zedeleyen anlayışları da aşmak gerekiyor. Özgünlük ve özgürlüğünü koruyan sanatçının, kolektif özgürlük etkinliği alanında yararlı olması daha gerçekçidir.
Sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel etkinlikleriyle insanın ve insanlığın sosyal kurtuluşu yolunda tavır alan birey, grup, çevre ve örgüt seçimi yapan ya da bağımsız sınıf tavrı sergileyen bütün sanatçılar bizimdir.
Sanat Cephesi, bu anlayışların bir ifadesi olarak sanatçılarımızı bir araya getirmeye yönelmiştir. İdeolojik, sınıfsal aidiyetleri çelişmeyen, fakat, farklı formasyonlarda durmayı tercih eden sanatçıların tamamı da bizimdir. Anılan formasyonlarıyla bir Sanat Cephesi etkinliği aracılığı ile yan yana durmayı uygun bulan insanlarımızın bilinçli ve iradî çabalarının çok anlamlı olacağı kanısındayız. İlerici ve taraflı kimlikleriyle bedel ödeyen insanlarımızın sanatsal etkinliklerinden öğrenecek çok şey olduğunu düşünüyoruz.
Sanat Cephesi Sitesi Yayın Yönetmeni : İsmail Hardal Sanat Cephesi Sitesi Editörü : Kemâl Kök
tıkla
19 Eylül 2007 Çarşamba
Halkı uyutanların çarpık dünyaları...
Eşimin göğsü açık bu fotoğrafı da mı film karesi!
Songül Öden'in tiyatrocu eşi Canberk Uçucu'dan akıl almaz iddialar...
"Eşim dizi boyunca Kıvanç Tatlıtuğ ile birlikteydi. Evliyken ihanete uğradığımı düşünüyorum. Bir göğsü ortada bu fotoğraf bana mail ile gönderildi. Evliyken çekilmiş bir fotoğraf..."
VATAN
Gümüş karakterini canlandıran eşi Songül Öden ile ilgili çelişkili açıklamaları magazin dünyasında şaşkınlıkla karşılandı. Uçucu, eşinin dizideki rol arkadaşı Kıvanç Tatlıtuğ ile yakınlaşmasının ve bu konuda çıkan haberlerin psikolojisini bozduğunu öne sürmüş, boşanmak için dava açtığını söylemişti. Haberin VATAN’da yer almasının ardından Songül Öden, boşanma davasını eşinin değil kendisinin açtığını açıklamıştı. İkilinin boşanma sürecinin başladığı ve ayrılacaklarını düşünürken Canberk Uçucu’dan dün bir telefon aldım. Benimle görüşmek ve eşi Songül Eden ile rol arkadaşı Kıvanç Tatlıtuğ hakkında açıklamalarda bulunmak istediğini söyledi. Uçucu ile Taksim’de buluştuk. Gösterdiği fotoğraf ve iddialar yine çelişkili yine sansasyon yaratacak cinstendi. İşte Uçucu’nun sorularıma verdiği yanıtlar:
Niçin yeniden bir açıklama?
Bu kez size gerçekten doğruları açıklamak istiyorum. Siz beni aradığınızda karımı korumak adına hiçbir şey söylemedim. Ama bugün (dün) öğrendim ki eşim babamın bana satın aldığı 500 bin dolar değerindeki Nişantaşı’ndaki evi benden habersiz apar topar satmış. Ve bunu ben bugün (dün) öğrendim. Benim eşim bir deniz anasıymış. BMW marka arabam da eşimin abisi tarafından alındı.
Ev ve araba eşinizin üzerine miydi?
Songül’ün annesine 17 Temmuz’da vekalet verdim. Benim üstüme olan evin Songül’ün kardeşinin üzerine geçirsin diye... Songül öyle istedi. 27 Temmuz’da ise ’Ben senden ayrılıyorum’dedi. Ondan sonra evi satmış, arabayı daha satamamış. Evet her şeyi eşimin üzerine yaptım. Eşim ve ailesi paraya çok düşkün.
Evinizin eşiniz tarafından satılmasının kızgınlığıyla bu açıklamaları yapmıyorsunuz değil mi?
Evimi satması inanın bana mutluluk veriyor. Çünkü gerçekten bir deniz anasından kurtuldum.
Bu evliliğin bitiş sebebi gerçekten nedir?
Eşim yalancı, sahtekar ve hayatı para üzerine kurulu bir insan. Benim ise parayla hiç ilgim yok.
Boşanmanızın eşinizin Kıvanç Tatlıtuğ ile çektirdiği fotoğraflarla bir ilgisi yok mu?
Annesi ve abisi Songül’ün öpüşmesini bile kabul etmezken ben ’Hayır biz oyuncuyuz’ diye onları ikna ediyordum. Eşime gerçekten çok destek oldum. Ama eşim benden onun yanında çanta olarak gezmemi istedi. Ben çanta değilim.
Eşinizin sizinle davetlere gitmek istemesi normal değil mi?
Afife Jale ödül gecesi vardı. Bu gecede tiyatroculara ödül verilir ona göre davetiye gönderilir. Eşimle oturduğum eve gelen davetiyede Kıvanç Tatlıtuğ ve Songül Öden’in adı yazıyor. Onların ikisinin adına gelen davetiyeyle tiyatro ödülleri törenine ben nasıl giderim. Bu rezillik değil mi?
Eşinizin Kıvanç Tatlıtuğ ile fotoğraflarından da rahatsızdınız o zaman?
Ben de eşimin çıplak fotoğrafı bile var.
Siz mi çektiniz?
Hayır ben çekmedim, biri çekip bana mail olarak atmış. Kimin çektiğini bilmiyorum.
Film karesi olamaz mı?
Hayır değil. Siz görüyorsunuz Songül’ü hangi dizide böyle gördünüz.
Fotoğraf siz evliyken mi çekilmiş?
Evet evliyken çekilmiş bunu biliyorum.
Bu fotoğrafı gördüğünüzde ne hissetiniz?
Eşime destek oldum. O fotoğrafın çekim sırasında çekildiğini söyledi ona inandım. Ama şimdi anlıyorum ki Songül adil ve dürüst bir insan değilmiş. Evliyken ihanete uğradığımı düşünüyorum.
Eşiniz sizi aldattı mı?
Bunları şimdi konuşmak istemiyorum. Gerekli her şeyi size açıklayacağım.
Kim çekti diye sormadınız mı?
Hayır sormadım. Çünkü daha konuşamadık.
Açıklamalarınız da bir tutarsızlık var. Siz bana ‘eşimle konuştum, bu fotoğrafların gizlice çekildiğini söyledi, ben de ona inanıp destek oldum’ dediniz...
O zaman ben size anlatamadım. Ben eşime Kıvanç’ın kucağına oturduğu fotoğrafları sordum o da bana ‘çekimlerden’ dedi. Ama o fotoğraflar dizide hiç yayınlanmadı. Eşim Kıvanç’ın kucağında oturuyor.
Eşinizin çıplak fotoğrafı...
Bana eşimin çıplak fotoğrafı 15 gün önce geldi. Daha ona bu fotoğrafla ilgili bir şey soramadım. Çünkü telefonlarımı açmıyor.
Sizinle evliyken Kıvanç ile birlikte miydi?
Evet birlikteydi. Dizi boyunca birliktelerdi.
O adam benim evime girmek için yalvarıyordu. Hatta eşime ’Canberk beni neden eve almak istemiyor’ demiş. Bunları daha fazla anlatmak istemiyorum. Ama büyük bir ihtimalle birlikteler. Kıvanç’a ulaşmaya çalışıyorum ulaşamıyorum, karıma ulaşmaya çalışıyorum ama ulaşamıyorum. Bu noktadan sonra onların birlikte olduğunu düşünüyorum. Bunu nasıl kanıtlayacağımı bilmiyorum. Elimde dizide yayınlanmayan ikisinin birlikte çektirdiği fotoğraflar var.
Eşinizin bu çıplak fotoğraf karesinden ne çıkardınız?
Siz ne görüyorsanız ben de onu görüyorum. Hırs ve tırmanmak için her şeyi yapabilen bir insan. O fotoğrafta hayatınız boyunca güvendiğiniz her şeyin üzerinize tuğla gibi yıkılması var.
Bu fotoğrafı siz çekmiş olamaz mısınız?
Ben çekmiş olsaydım bilgisayarımda bu kadar aramazdım.
Bunu mahkemede delil olarak mı kullanacaksınız?
Ben bunu mahkemede delil olarak kullanmayı hiç düşünmedim.
Eşiniz sizinle yaşadığı sıkıntıları boşandıktan sonra konuşacağını söylüyor... Ne açıklayacak?
Eşim bana iki tane dava açtı. Birincisi boşanma diğeri de ’maddi-manevi şiddet uyguladı, evime yaklaşmasın’ davası. Ben sözde ona vurmuşum ve dövmüşüm.
Eşinize şiddet uyguladınız mı?
Ben eşime bir kere bile vurmadım, bunu da kanıtlarım. Çok zor şeyler yaşadım ama ona hiç elimi kaldırmadım.
Fulin Arıkan vakası mı?
Tiyatro oyuncusu Canberk Uçucu’nun iddiaları, TRT 1 Ana Haber Bülteni sunucusu Fulin Arıkan’ın yaşadığı çirkin olayı hatırlattı. Arıkan’ın iç çamaşırlı görüntüsü internette yayınlanmış, daha sonra bu görüntüler yayından çekilmişti. Görüntüleri başarılı spikerin boşandığı eşi Prof. Dr. Kaan Erler’in internette yaydığı iddia edilmişti. Fulin Arıkan fotoğraflarla ilgili olarak eşi hakkında Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu. Genç oyuncu Gamze Özçelik de benzer bir olay ile gündeme gelmişti. Özçelik ile ilişkisini kaydedip internette yaydığı iddia edilen eski erkek arkadaşı Gökhan Demirkol, 3 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Her iki olay da kamuoyunda tepkiyle karşılanmıştı.
tıkla
Songül Öden'in tiyatrocu eşi Canberk Uçucu'dan akıl almaz iddialar...
"Eşim dizi boyunca Kıvanç Tatlıtuğ ile birlikteydi. Evliyken ihanete uğradığımı düşünüyorum. Bir göğsü ortada bu fotoğraf bana mail ile gönderildi. Evliyken çekilmiş bir fotoğraf..."
VATAN
Gümüş karakterini canlandıran eşi Songül Öden ile ilgili çelişkili açıklamaları magazin dünyasında şaşkınlıkla karşılandı. Uçucu, eşinin dizideki rol arkadaşı Kıvanç Tatlıtuğ ile yakınlaşmasının ve bu konuda çıkan haberlerin psikolojisini bozduğunu öne sürmüş, boşanmak için dava açtığını söylemişti. Haberin VATAN’da yer almasının ardından Songül Öden, boşanma davasını eşinin değil kendisinin açtığını açıklamıştı. İkilinin boşanma sürecinin başladığı ve ayrılacaklarını düşünürken Canberk Uçucu’dan dün bir telefon aldım. Benimle görüşmek ve eşi Songül Eden ile rol arkadaşı Kıvanç Tatlıtuğ hakkında açıklamalarda bulunmak istediğini söyledi. Uçucu ile Taksim’de buluştuk. Gösterdiği fotoğraf ve iddialar yine çelişkili yine sansasyon yaratacak cinstendi. İşte Uçucu’nun sorularıma verdiği yanıtlar:
Niçin yeniden bir açıklama?
Bu kez size gerçekten doğruları açıklamak istiyorum. Siz beni aradığınızda karımı korumak adına hiçbir şey söylemedim. Ama bugün (dün) öğrendim ki eşim babamın bana satın aldığı 500 bin dolar değerindeki Nişantaşı’ndaki evi benden habersiz apar topar satmış. Ve bunu ben bugün (dün) öğrendim. Benim eşim bir deniz anasıymış. BMW marka arabam da eşimin abisi tarafından alındı.
Ev ve araba eşinizin üzerine miydi?
Songül’ün annesine 17 Temmuz’da vekalet verdim. Benim üstüme olan evin Songül’ün kardeşinin üzerine geçirsin diye... Songül öyle istedi. 27 Temmuz’da ise ’Ben senden ayrılıyorum’dedi. Ondan sonra evi satmış, arabayı daha satamamış. Evet her şeyi eşimin üzerine yaptım. Eşim ve ailesi paraya çok düşkün.
Evinizin eşiniz tarafından satılmasının kızgınlığıyla bu açıklamaları yapmıyorsunuz değil mi?
Evimi satması inanın bana mutluluk veriyor. Çünkü gerçekten bir deniz anasından kurtuldum.
Bu evliliğin bitiş sebebi gerçekten nedir?
Eşim yalancı, sahtekar ve hayatı para üzerine kurulu bir insan. Benim ise parayla hiç ilgim yok.
Boşanmanızın eşinizin Kıvanç Tatlıtuğ ile çektirdiği fotoğraflarla bir ilgisi yok mu?
Annesi ve abisi Songül’ün öpüşmesini bile kabul etmezken ben ’Hayır biz oyuncuyuz’ diye onları ikna ediyordum. Eşime gerçekten çok destek oldum. Ama eşim benden onun yanında çanta olarak gezmemi istedi. Ben çanta değilim.
Eşinizin sizinle davetlere gitmek istemesi normal değil mi?
Afife Jale ödül gecesi vardı. Bu gecede tiyatroculara ödül verilir ona göre davetiye gönderilir. Eşimle oturduğum eve gelen davetiyede Kıvanç Tatlıtuğ ve Songül Öden’in adı yazıyor. Onların ikisinin adına gelen davetiyeyle tiyatro ödülleri törenine ben nasıl giderim. Bu rezillik değil mi?
Eşinizin Kıvanç Tatlıtuğ ile fotoğraflarından da rahatsızdınız o zaman?
Ben de eşimin çıplak fotoğrafı bile var.
Siz mi çektiniz?
Hayır ben çekmedim, biri çekip bana mail olarak atmış. Kimin çektiğini bilmiyorum.
Film karesi olamaz mı?
Hayır değil. Siz görüyorsunuz Songül’ü hangi dizide böyle gördünüz.
Fotoğraf siz evliyken mi çekilmiş?
Evet evliyken çekilmiş bunu biliyorum.
Bu fotoğrafı gördüğünüzde ne hissetiniz?
Eşime destek oldum. O fotoğrafın çekim sırasında çekildiğini söyledi ona inandım. Ama şimdi anlıyorum ki Songül adil ve dürüst bir insan değilmiş. Evliyken ihanete uğradığımı düşünüyorum.
Eşiniz sizi aldattı mı?
Bunları şimdi konuşmak istemiyorum. Gerekli her şeyi size açıklayacağım.
Kim çekti diye sormadınız mı?
Hayır sormadım. Çünkü daha konuşamadık.
Açıklamalarınız da bir tutarsızlık var. Siz bana ‘eşimle konuştum, bu fotoğrafların gizlice çekildiğini söyledi, ben de ona inanıp destek oldum’ dediniz...
O zaman ben size anlatamadım. Ben eşime Kıvanç’ın kucağına oturduğu fotoğrafları sordum o da bana ‘çekimlerden’ dedi. Ama o fotoğraflar dizide hiç yayınlanmadı. Eşim Kıvanç’ın kucağında oturuyor.
Eşinizin çıplak fotoğrafı...
Bana eşimin çıplak fotoğrafı 15 gün önce geldi. Daha ona bu fotoğrafla ilgili bir şey soramadım. Çünkü telefonlarımı açmıyor.
Sizinle evliyken Kıvanç ile birlikte miydi?
Evet birlikteydi. Dizi boyunca birliktelerdi.
O adam benim evime girmek için yalvarıyordu. Hatta eşime ’Canberk beni neden eve almak istemiyor’ demiş. Bunları daha fazla anlatmak istemiyorum. Ama büyük bir ihtimalle birlikteler. Kıvanç’a ulaşmaya çalışıyorum ulaşamıyorum, karıma ulaşmaya çalışıyorum ama ulaşamıyorum. Bu noktadan sonra onların birlikte olduğunu düşünüyorum. Bunu nasıl kanıtlayacağımı bilmiyorum. Elimde dizide yayınlanmayan ikisinin birlikte çektirdiği fotoğraflar var.
Eşinizin bu çıplak fotoğraf karesinden ne çıkardınız?
Siz ne görüyorsanız ben de onu görüyorum. Hırs ve tırmanmak için her şeyi yapabilen bir insan. O fotoğrafta hayatınız boyunca güvendiğiniz her şeyin üzerinize tuğla gibi yıkılması var.
Bu fotoğrafı siz çekmiş olamaz mısınız?
Ben çekmiş olsaydım bilgisayarımda bu kadar aramazdım.
Bunu mahkemede delil olarak mı kullanacaksınız?
Ben bunu mahkemede delil olarak kullanmayı hiç düşünmedim.
Eşiniz sizinle yaşadığı sıkıntıları boşandıktan sonra konuşacağını söylüyor... Ne açıklayacak?
Eşim bana iki tane dava açtı. Birincisi boşanma diğeri de ’maddi-manevi şiddet uyguladı, evime yaklaşmasın’ davası. Ben sözde ona vurmuşum ve dövmüşüm.
Eşinize şiddet uyguladınız mı?
Ben eşime bir kere bile vurmadım, bunu da kanıtlarım. Çok zor şeyler yaşadım ama ona hiç elimi kaldırmadım.
Fulin Arıkan vakası mı?
Tiyatro oyuncusu Canberk Uçucu’nun iddiaları, TRT 1 Ana Haber Bülteni sunucusu Fulin Arıkan’ın yaşadığı çirkin olayı hatırlattı. Arıkan’ın iç çamaşırlı görüntüsü internette yayınlanmış, daha sonra bu görüntüler yayından çekilmişti. Görüntüleri başarılı spikerin boşandığı eşi Prof. Dr. Kaan Erler’in internette yaydığı iddia edilmişti. Fulin Arıkan fotoğraflarla ilgili olarak eşi hakkında Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu. Genç oyuncu Gamze Özçelik de benzer bir olay ile gündeme gelmişti. Özçelik ile ilişkisini kaydedip internette yaydığı iddia edilen eski erkek arkadaşı Gökhan Demirkol, 3 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Her iki olay da kamuoyunda tepkiyle karşılanmıştı.
tıkla
Türüt önce Şevki Yılmaz'a türkü yaktı, sonra 'reis'ine
Sözlerini ülkücü şair 'Ozan Arif'in yazdığı 'Plan Yapmayın Plan' türküsü Karadenizli türkücü İsmail Türüt'ün, bugüne kadarki ilk 'sanatsal icrası' değil.
İsmail Türüt, bundan 10 yıl öncesine kadar, yalnızca Rizelilerce tanınan bir türkücüydü. Eski Rize Belediye Başkanı ve kapatılan RP'nin milletvekili Şevki Yılmaz için türkü yakması da bu yüzdendi. Türküsünde, 'Şevki hocayı 'İslam'ın mareşali' diye övüyordu. Yılmaz, Rize'den Ankara'ya bu türküyle uğurlanmıştı.
'Şevki hocanın' Almanya'ya kaçması, önce RP'nin sonra FP'nin kapatılması derken, Türüt de 'reislerle' tanıştı. 1997 yılında Peker için 'Reis' adlı türküyü yaktı, albüme bu türkünün adını verdi. Bu sırada, İbrahim Tatlıses ile tanışmış, ona bir türkü vermiş ve bu sayede, ilk kez ünlü bir kaset firmasından, İDOBAY'dan kaset çıkarmıştı. Ekranların bu pek 'sempatik şivesi' daha sonra soluğu MHP'de aldı. Artık MHP'nin Erciyes Şöleni'ne katılıyor, dinleyicileri 'bozkurt' işaretiyle selamlıyordu. Yeni albümlerinde de 'şehitler' temasını sık sık işliyordu. 22 Temmuz öncesi AKP'den aday olacağı konuşuldu. Sonra nedense çark ederek Rize Bağımsız Milletvekili Adayı Mesut Yılmaz'a destek verdi. Bir türkü de Yılmaz'a yaktı.
RADİKAL
tıkla
Sözlerini ülkücü şair 'Ozan Arif'in yazdığı 'Plan Yapmayın Plan' türküsü Karadenizli türkücü İsmail Türüt'ün, bugüne kadarki ilk 'sanatsal icrası' değil.
İsmail Türüt, bundan 10 yıl öncesine kadar, yalnızca Rizelilerce tanınan bir türkücüydü. Eski Rize Belediye Başkanı ve kapatılan RP'nin milletvekili Şevki Yılmaz için türkü yakması da bu yüzdendi. Türküsünde, 'Şevki hocayı 'İslam'ın mareşali' diye övüyordu. Yılmaz, Rize'den Ankara'ya bu türküyle uğurlanmıştı.
'Şevki hocanın' Almanya'ya kaçması, önce RP'nin sonra FP'nin kapatılması derken, Türüt de 'reislerle' tanıştı. 1997 yılında Peker için 'Reis' adlı türküyü yaktı, albüme bu türkünün adını verdi. Bu sırada, İbrahim Tatlıses ile tanışmış, ona bir türkü vermiş ve bu sayede, ilk kez ünlü bir kaset firmasından, İDOBAY'dan kaset çıkarmıştı. Ekranların bu pek 'sempatik şivesi' daha sonra soluğu MHP'de aldı. Artık MHP'nin Erciyes Şöleni'ne katılıyor, dinleyicileri 'bozkurt' işaretiyle selamlıyordu. Yeni albümlerinde de 'şehitler' temasını sık sık işliyordu. 22 Temmuz öncesi AKP'den aday olacağı konuşuldu. Sonra nedense çark ederek Rize Bağımsız Milletvekili Adayı Mesut Yılmaz'a destek verdi. Bir türkü de Yılmaz'a yaktı.
RADİKAL
tıkla
Yazarlar anlatıyor...
Geleneği gençler anlamlı kılar
Mustafa Kara
Türkiye Yazarlar Sendikası, tartışmalı bir genel kurulun ardından yeni yönetimini belirledi. TYS’nin yeni Genel Başkanı Enver Ercan ile sıcağı sıcağına, TYS’yi, genel kuruldaki tartışmaları ve yeni dönem hedeflerini konuştuk. TYS gibi köklü bir örgütün “geleneği gençlerin anlamlı kıldığını ve filiz veremiyorsa geleneğin tarih olacağının bilincinde olduğunu” vurgulayan Enver Ercan, TYS’ye emeği geçmiş herkesi kucaklamak istediklerini ve TYS’nin onların da katılımıyla daha yetkin bir düzeye geleceğini söylüyor.
Türkiye Yazarlar Sendikası, tartışmalı bir genel kurulun ardından yeni yönetimini belirledi. Seçim ve geçmiş dönem için söylemek istedikleriniz var mı? Bir yazar örgütünde yaşanan “siyasal eğilim” tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçim bildirimizde de belirtmiştik: TYS’nin, 30 yılı aşkın bir geçmişi, geleneği ve tabii ki birikimi, kazanımları var. Her örgütte olabilecek aksaklıklar, yetersizlikler TYS’de de yaşandı, yaşanmıştır kuşkusuz. Ama bizim çıkış noktamız işin bu tarafı değil. Büyük haksızlık olur bu. Biz TYS’ye emeği geçmiş herkesi saygıyla, sevgiyle kucaklamak istiyoruz ve onların da katılımıyla, desteğiyle bu örgütü daha yetkin bir düzeye getireceğiz.
Kongrelerde olur böyle şeyler. Maksadını aşan kimi sözleri, kongre heyecanına yormak en iyisi. Hepsi de yalnızca yazınsal anlamda değil, siyasal, toplumsal anlamda da mücadele vermiş onurlu insanlar. Eminim onlar da unutmuşlardır tartışmaları.
Ama kimi itirazlar olduğu duyumunu aldık.
Bildiğiniz gibi seçimlere üç liste girdi. Diğer başkan adayları Afşar Timuçin de, Feyza Hepçilingirler de bu ülkenin kendini kanıtlamış, saygın isimleri. Kendileriyle görüştüm, tebrik ettiler, her zaman yanımda olduklarını dile getirdiler. Listelerde yer alan isimler politikanın, örgütçülüğün de içinden gelen, kimlikleri olan kişiler. Başkanlarından bağımsız hareket edeceklerine ihtimal vermek istemiyorum. Çünkü TYS’yi şaibeli bir duruma sokabilecek bir davranış ancak kişisel hırsa girer ki, ne TYS, ne de edebiyat kamuoyu bağışlar bunu.
Böyle bir gelişme karşısında tavrınız ne olur?
Bu konuda daha fazla konuşmayı anlamsız buluyorum. Burası TYS, üyeleri de yazarlar, şairler. Birtakım teknik kuralların arkasına sığınıp hareket etmezler. Varoluşlarıyla çelişirler çünkü.
Kültür sanat üzerindeki baskılar, kitap yakma girişimlerine ya da Nâzım Hikmet şiiri okuyan gençleri gözaltına almaya kadar vardı. Genel kurulda da hemen hemen tüm konuşmacılar “emperyalist kültür kuşatması”na değindiler. Medya ve yayın dünyasındaki tekelleşme de ayrı bir sorun. Tüm bu sorunlara dair neler düşünüyorsunuz?
Bu konular kapsamlı, etkin çalışmalar gerektiriyor. Alanlarında uzman kişilerle temaslara başladık. Kamuoyunun ufkunu genişleten ve yönlendiren bir tavır sergilememiz şart. Zihinsel üretim kapasitesi olan kişiler de ve bu üretimi yansıtacak yayın organlarımız da mevcut. Yönetimi yeni devraldık, yakında kurullarımızı oluşturup çalışma programımızı açıklayacağız.
TYS’de görece genç bir yönetim göze çarpıyor. TYS’nin üye profilini geliştirmeye, üyeleri daha etkin kılmaya ve özellikle de genç yazarlara yönelik bir çalışmanız olacak mı?
TYS, yeni isimlere her zaman açık olmuş bir örgüt. Geleneğinde bu hep var. Geleneği gençlerin anlamlı kıldığının, filiz veremiyorsa tarih olacağının bilincindedir. Biz bu yaklaşımı hızla geliştirmek istiyoruz. Çünkü size bir çırpıda en az 100 kişi sayarım, yazınsal kimlikleriyle TYS’ye üye olsa geleneğimizi daha da anlamlı kılabilecek. O arkadaşları sendikaya kazandırmak zorundayız. Hiçbirisinin böyle bir daveti geri çevireceğini sanmıyorum. Seçim bildirimizde bunu söylemiştik zaten.
Yine de bu hemen mümkün olabilecek mi?
Mecburuz. Hem üyelere bu sözü verdik, hem de Sennur Sezer seçimi kazandığımızda kutlarken ilk söz olarak “O insanları sendikaya getirme de gör bakalım” dedi. Ben Sennur Sezer’i 20 yıldır tanıyorum, başka şansımız yok!
tıkla
Mustafa Kara
Türkiye Yazarlar Sendikası, tartışmalı bir genel kurulun ardından yeni yönetimini belirledi. TYS’nin yeni Genel Başkanı Enver Ercan ile sıcağı sıcağına, TYS’yi, genel kuruldaki tartışmaları ve yeni dönem hedeflerini konuştuk. TYS gibi köklü bir örgütün “geleneği gençlerin anlamlı kıldığını ve filiz veremiyorsa geleneğin tarih olacağının bilincinde olduğunu” vurgulayan Enver Ercan, TYS’ye emeği geçmiş herkesi kucaklamak istediklerini ve TYS’nin onların da katılımıyla daha yetkin bir düzeye geleceğini söylüyor.
Türkiye Yazarlar Sendikası, tartışmalı bir genel kurulun ardından yeni yönetimini belirledi. Seçim ve geçmiş dönem için söylemek istedikleriniz var mı? Bir yazar örgütünde yaşanan “siyasal eğilim” tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçim bildirimizde de belirtmiştik: TYS’nin, 30 yılı aşkın bir geçmişi, geleneği ve tabii ki birikimi, kazanımları var. Her örgütte olabilecek aksaklıklar, yetersizlikler TYS’de de yaşandı, yaşanmıştır kuşkusuz. Ama bizim çıkış noktamız işin bu tarafı değil. Büyük haksızlık olur bu. Biz TYS’ye emeği geçmiş herkesi saygıyla, sevgiyle kucaklamak istiyoruz ve onların da katılımıyla, desteğiyle bu örgütü daha yetkin bir düzeye getireceğiz.
Kongrelerde olur böyle şeyler. Maksadını aşan kimi sözleri, kongre heyecanına yormak en iyisi. Hepsi de yalnızca yazınsal anlamda değil, siyasal, toplumsal anlamda da mücadele vermiş onurlu insanlar. Eminim onlar da unutmuşlardır tartışmaları.
Ama kimi itirazlar olduğu duyumunu aldık.
Bildiğiniz gibi seçimlere üç liste girdi. Diğer başkan adayları Afşar Timuçin de, Feyza Hepçilingirler de bu ülkenin kendini kanıtlamış, saygın isimleri. Kendileriyle görüştüm, tebrik ettiler, her zaman yanımda olduklarını dile getirdiler. Listelerde yer alan isimler politikanın, örgütçülüğün de içinden gelen, kimlikleri olan kişiler. Başkanlarından bağımsız hareket edeceklerine ihtimal vermek istemiyorum. Çünkü TYS’yi şaibeli bir duruma sokabilecek bir davranış ancak kişisel hırsa girer ki, ne TYS, ne de edebiyat kamuoyu bağışlar bunu.
Böyle bir gelişme karşısında tavrınız ne olur?
Bu konuda daha fazla konuşmayı anlamsız buluyorum. Burası TYS, üyeleri de yazarlar, şairler. Birtakım teknik kuralların arkasına sığınıp hareket etmezler. Varoluşlarıyla çelişirler çünkü.
Kültür sanat üzerindeki baskılar, kitap yakma girişimlerine ya da Nâzım Hikmet şiiri okuyan gençleri gözaltına almaya kadar vardı. Genel kurulda da hemen hemen tüm konuşmacılar “emperyalist kültür kuşatması”na değindiler. Medya ve yayın dünyasındaki tekelleşme de ayrı bir sorun. Tüm bu sorunlara dair neler düşünüyorsunuz?
Bu konular kapsamlı, etkin çalışmalar gerektiriyor. Alanlarında uzman kişilerle temaslara başladık. Kamuoyunun ufkunu genişleten ve yönlendiren bir tavır sergilememiz şart. Zihinsel üretim kapasitesi olan kişiler de ve bu üretimi yansıtacak yayın organlarımız da mevcut. Yönetimi yeni devraldık, yakında kurullarımızı oluşturup çalışma programımızı açıklayacağız.
TYS’de görece genç bir yönetim göze çarpıyor. TYS’nin üye profilini geliştirmeye, üyeleri daha etkin kılmaya ve özellikle de genç yazarlara yönelik bir çalışmanız olacak mı?
TYS, yeni isimlere her zaman açık olmuş bir örgüt. Geleneğinde bu hep var. Geleneği gençlerin anlamlı kıldığının, filiz veremiyorsa tarih olacağının bilincindedir. Biz bu yaklaşımı hızla geliştirmek istiyoruz. Çünkü size bir çırpıda en az 100 kişi sayarım, yazınsal kimlikleriyle TYS’ye üye olsa geleneğimizi daha da anlamlı kılabilecek. O arkadaşları sendikaya kazandırmak zorundayız. Hiçbirisinin böyle bir daveti geri çevireceğini sanmıyorum. Seçim bildirimizde bunu söylemiştik zaten.
Yine de bu hemen mümkün olabilecek mi?
Mecburuz. Hem üyelere bu sözü verdik, hem de Sennur Sezer seçimi kazandığımızda kutlarken ilk söz olarak “O insanları sendikaya getirme de gör bakalım” dedi. Ben Sennur Sezer’i 20 yıldır tanıyorum, başka şansımız yok!
tıkla
Yazarlar hesaplaşıyor...
Bay Başkan’a sorularla yanıtımdır…
Bülent Habora
TYS Genel Başkanı Bay Enver Ercan’la bir söyleşi yapmış Mustafa Kara, Evrensel Gazetesi’nde (25 Mayıs 2006)… Benim “TYS ve demokrasi” başlıklı yazım çok kızdırmış Bay Başkan’ı. Ve yüklendikçe yükleniyor bana. Oysa geçen yıl ki Genel Kurul sonrası yazdığım “TYS Kongresi’nin ardından” başlıklı yazımda (Evrensel, 8.6.2005) bir 10. paragraf vardı ki, az yenilir-yutulur değildi. Ama o yazı kızdırmamıştı, Bay Başkan’ı. Ve “Hayır, Bülent Habora’nın söyledikleri külliyen yalan,” diyememişti. Neyse, “Sükût ikrardan gelir…”
Bay Başkan’ın söyleşisi üzerine öncelikle bir açıklama yapmak istiyorum. “Konuyla ilgili basına yansıyan yorumlar, eğer üyesi oldukları sendika üzerinde soru işaretleri doğuracak cinstense çok dikkatli davranmaları gerekirdi,” diyor Bay Başkan. O yazımı okuyanlar görürler ki, Türkiye Yazarlar Sendikası değil, Yönetim Kurulu’ndaki iki kişinin davranışlarıdır, sözünü etmek istediğim. TYS, Aziz Nesin’lerin, Demirtaş Ceyhun’ların, Şükran Kurdakul’ların, Güngör Gençay’ların, Cengiz Bektaş’ların ve diğer birçok üyenin kurduğu, geliştirdiği önemli, saygın bir kuruluştur. Buna Genel Başkan da olsa, Birinci Yardımcı da olsa kimse set çekemez.
Gelelim 30 Nisan 2006’ya, İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nın son gününe. O gün TYS Yönetim Kurulu’ndan Başkan E. Ercan, üye C. Boynukara, M. Alphan, M. Köz, TYS standına geliyorlar. Orada İzmir TYS Temsilciler Kurulu vardır, Başkan M. Erten, üye A. Gönen, R. Uğur, F. İşlek. Konuşurlar. Ve ben, birinci ağızlardan o günkü konuşmaları öğrendim.
Şimdi, yanıt yerine geçecek olan sorularımı soruyorum:
1) Bay Başkan, İzmir’de kurulduğundan bu yana seçimle işbaşına gelen Temsilciler Kurulu’nu görevden almaya ne zaman karar verdiniz? 14 yıldır İzmir’de olduğum halde tanıma şerefine nail olmadığım ve hiçbir TYS toplantısına ya da etkinliğine katılmayan F. Özelli adına ne zaman karar verdiniz? F. Özelli, TYS’ye ne zaman ve nerede üye oldu?
2) Gazeteci M. Kara, “İzmirli yazarların yaptığı açıklamanın hemen öncesinde yazarımız Bülent Habora’nın yazdığı yazı etkili olmuştur belki de…” dedikten sonra Bay Başkan şöyle diyor: “Ama kulaktan dolma, yalan yanlış bilgiler onlar. Zaten kendisi bu konuda en baştan sıkıntılıydı, seçimden hemen sonra yine gazetenizde yazdığı yazıda, ‘Şimdi bunlar buraya temsilci atarlar’ türünden şeyler söylemişti. Rahatının kaçacağını biliyordu.” Bay Başkan, M. Erten de, A. Gönen de, R. Uğur da, F. İşlek de benim tanıdığım en doğrucu insanlardandır. Ne kariyer meraklısıdırlar, ne de televizyonlarda, gazetelerde gözükmek meraklısı… Onlar yalan-yanlış söylemedikleri gibi, söylediklerinden de kıvırtmazlar… Gelelim bana. Rahatımın kaçacağını bildiğinizi söylüyorsunuz. Nasıl bir “Rahatlık” bu? Ben son üç yıldır ne TYS Temsilcisi’yim, ne de Temsilciler Kurulu’nda bir görev sahibiyim. Sıradan bir üyenin ne gibi rahatlığı olabilir? Sanırım sözünüzün arkasında durur, benim rahatımın kaçacağını nasıl bildiğinizi açıklarsınız…
3) Aynı bölümde, sanırım yine benden söz ediyor, Bay Başkan. “Birilerinin düzeni, tezgâhı bozulabilir bu süreçte. Bozulmalı da,” diyor. Nasıl bir düzen, nasıl bir tezgâh? Sözü edilen ben değilsem, kim bu düzenci, kim bu tezgâhçı?
4) Gelenekten dem vurulacağını, birilerinin demokrasi havarisi kesileceğini biliyormuş, Bay Başkan. Ve “Bülent Habora mani” yine ortaya çıkıyor: “Hatta bu kişinin Bülent Habora olacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yoktu,” diyor. Neymişim ben, diye soruyorum kendi kendime. Ve devam ediyor: “Karşısındakini karalayan, aşağılayan, baştan sona gerçekle ilgisi olmayan bir yazı yazdı,” diyor. Nerede karalamışım, aşağılamışım, bunu da açıklar sanırım Bay Başkan… Ayrıca, söylediklerim baştan sona yalansa, niçin, “Hayır, Cuma Boynukara, ‘Tüm Egeli yazarların isterlerse sendikadan istifa edebileceklerini, bunun kendilerini üzmeyeceği’ni söylememiştir, Bülent Habora yalan söylüyor,” demedi?
5) Şimdi gelelim, “Rahatının kaçacağını bilen” ve “Demokrasi havarisi” olan Bülent Habora’nın “Tezgâh”ına. Benim yazım 10 Mayıs’ta Evrensel’de çıkıyor. Yazı çıkmadan 4 gün önce (Büyük harfle yazıyorum, anlaşılsın diye: 4 GÜN ÖNCE) basın açıklaması yapılıyor. Şimdi bende de “Bülent Habora mani” başlayacak. Yazım yayınlanmadan, hatta yazmadan önce, İzmir’in kalburüstü yazarları, “Aaa, Bülent Habora yazı yazacak, biz de basın açıklaması yapalım,” diyerek imza topluyorlar. İmzacı saygın yazarların arasında 3 yıldır görmediğim Sefa Taşkın var, Erkan Sevinç var vd…. Bu “Bülent Habora mani”yi görünce, kendimde bir şeyler görmeye başladım. Bay Başkan 2 kez daha böyle gaz verse, önümüzdeki seçimde milletvekili adayı olabilirim. Hatta 4 kez gaz verse Cumhurbaşkanlığı adaylığına soyunurum. Çıkmayan, hatta yazılmayan yazımla ben böylesine etkin olduktan sonra… Sahi Bay Başkan, ne düşünüyorsunuz bu yorumum hakkında?
6) Sınıflı yazarlar ilgili yine “Bülent Habora mani” çıkıyor ortaya. “O, Habora’nın bilinçaltının dışavurumu. Habora başka şeyler de söylüyor,” deyip, aylarca toplanmadıklarını ileri sürmemi eleştiriyor. Bay Başkan’a bir bulmaca sorusu: Bir şairimiz size, “Ben 4 ay önce üyelik için başvurdum, hâlâ bir yanıt yok,” deyince siz ne yanıt verdiniz?
7) Tüzük Kurultayı’nın yapılmayışını söylemem üzerine, “Çalışmalar yapıldı, yeterli sayıda üye gelmediği için, 3’te 2 çoğunluk gerekiyor, kongre olmadı,” diye kısaca geçiştiriyor Bay Başkan. Şimdi Bay Başkan, soruyorum size bir “Demokrasi havarisi” olarak: “Üyeniz olan, rahatının kaçacağını bilen Bülent Habora’ya Tüzük Kurultayı’nın tarihini bildirdiniz mi?Ne zaman bildirdiniz? Hangi yollarla bildirdiniz? Ben artık yaşlandım Bay Başkan, bu bildiriminizi anımsamıyor olabilirim. Siz gençsiniz, muhakkak bilirsiniz…”
Daha çok sorum olacaktı. Ama Evrensel okurlarını sıkmak istemiyorum. Nasıl olsa ben fırsat buldukça, her yerde ve her zaman gündeme getireceğim Bay Başkan’ı ve sağ kolu Bay Cuma Boynukara’yı. Çünkü ben, saygın olan örgütümün, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Aziz Nesin’lere ve diğerlerine layık bir kurum olarak yaşamasını istiyorum, yozlaşmasını istemiyorum…
Bülent Habora
TYS Genel Başkanı Bay Enver Ercan’la bir söyleşi yapmış Mustafa Kara, Evrensel Gazetesi’nde (25 Mayıs 2006)… Benim “TYS ve demokrasi” başlıklı yazım çok kızdırmış Bay Başkan’ı. Ve yüklendikçe yükleniyor bana. Oysa geçen yıl ki Genel Kurul sonrası yazdığım “TYS Kongresi’nin ardından” başlıklı yazımda (Evrensel, 8.6.2005) bir 10. paragraf vardı ki, az yenilir-yutulur değildi. Ama o yazı kızdırmamıştı, Bay Başkan’ı. Ve “Hayır, Bülent Habora’nın söyledikleri külliyen yalan,” diyememişti. Neyse, “Sükût ikrardan gelir…”
Bay Başkan’ın söyleşisi üzerine öncelikle bir açıklama yapmak istiyorum. “Konuyla ilgili basına yansıyan yorumlar, eğer üyesi oldukları sendika üzerinde soru işaretleri doğuracak cinstense çok dikkatli davranmaları gerekirdi,” diyor Bay Başkan. O yazımı okuyanlar görürler ki, Türkiye Yazarlar Sendikası değil, Yönetim Kurulu’ndaki iki kişinin davranışlarıdır, sözünü etmek istediğim. TYS, Aziz Nesin’lerin, Demirtaş Ceyhun’ların, Şükran Kurdakul’ların, Güngör Gençay’ların, Cengiz Bektaş’ların ve diğer birçok üyenin kurduğu, geliştirdiği önemli, saygın bir kuruluştur. Buna Genel Başkan da olsa, Birinci Yardımcı da olsa kimse set çekemez.
Gelelim 30 Nisan 2006’ya, İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nın son gününe. O gün TYS Yönetim Kurulu’ndan Başkan E. Ercan, üye C. Boynukara, M. Alphan, M. Köz, TYS standına geliyorlar. Orada İzmir TYS Temsilciler Kurulu vardır, Başkan M. Erten, üye A. Gönen, R. Uğur, F. İşlek. Konuşurlar. Ve ben, birinci ağızlardan o günkü konuşmaları öğrendim.
Şimdi, yanıt yerine geçecek olan sorularımı soruyorum:
1) Bay Başkan, İzmir’de kurulduğundan bu yana seçimle işbaşına gelen Temsilciler Kurulu’nu görevden almaya ne zaman karar verdiniz? 14 yıldır İzmir’de olduğum halde tanıma şerefine nail olmadığım ve hiçbir TYS toplantısına ya da etkinliğine katılmayan F. Özelli adına ne zaman karar verdiniz? F. Özelli, TYS’ye ne zaman ve nerede üye oldu?
2) Gazeteci M. Kara, “İzmirli yazarların yaptığı açıklamanın hemen öncesinde yazarımız Bülent Habora’nın yazdığı yazı etkili olmuştur belki de…” dedikten sonra Bay Başkan şöyle diyor: “Ama kulaktan dolma, yalan yanlış bilgiler onlar. Zaten kendisi bu konuda en baştan sıkıntılıydı, seçimden hemen sonra yine gazetenizde yazdığı yazıda, ‘Şimdi bunlar buraya temsilci atarlar’ türünden şeyler söylemişti. Rahatının kaçacağını biliyordu.” Bay Başkan, M. Erten de, A. Gönen de, R. Uğur da, F. İşlek de benim tanıdığım en doğrucu insanlardandır. Ne kariyer meraklısıdırlar, ne de televizyonlarda, gazetelerde gözükmek meraklısı… Onlar yalan-yanlış söylemedikleri gibi, söylediklerinden de kıvırtmazlar… Gelelim bana. Rahatımın kaçacağını bildiğinizi söylüyorsunuz. Nasıl bir “Rahatlık” bu? Ben son üç yıldır ne TYS Temsilcisi’yim, ne de Temsilciler Kurulu’nda bir görev sahibiyim. Sıradan bir üyenin ne gibi rahatlığı olabilir? Sanırım sözünüzün arkasında durur, benim rahatımın kaçacağını nasıl bildiğinizi açıklarsınız…
3) Aynı bölümde, sanırım yine benden söz ediyor, Bay Başkan. “Birilerinin düzeni, tezgâhı bozulabilir bu süreçte. Bozulmalı da,” diyor. Nasıl bir düzen, nasıl bir tezgâh? Sözü edilen ben değilsem, kim bu düzenci, kim bu tezgâhçı?
4) Gelenekten dem vurulacağını, birilerinin demokrasi havarisi kesileceğini biliyormuş, Bay Başkan. Ve “Bülent Habora mani” yine ortaya çıkıyor: “Hatta bu kişinin Bülent Habora olacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yoktu,” diyor. Neymişim ben, diye soruyorum kendi kendime. Ve devam ediyor: “Karşısındakini karalayan, aşağılayan, baştan sona gerçekle ilgisi olmayan bir yazı yazdı,” diyor. Nerede karalamışım, aşağılamışım, bunu da açıklar sanırım Bay Başkan… Ayrıca, söylediklerim baştan sona yalansa, niçin, “Hayır, Cuma Boynukara, ‘Tüm Egeli yazarların isterlerse sendikadan istifa edebileceklerini, bunun kendilerini üzmeyeceği’ni söylememiştir, Bülent Habora yalan söylüyor,” demedi?
5) Şimdi gelelim, “Rahatının kaçacağını bilen” ve “Demokrasi havarisi” olan Bülent Habora’nın “Tezgâh”ına. Benim yazım 10 Mayıs’ta Evrensel’de çıkıyor. Yazı çıkmadan 4 gün önce (Büyük harfle yazıyorum, anlaşılsın diye: 4 GÜN ÖNCE) basın açıklaması yapılıyor. Şimdi bende de “Bülent Habora mani” başlayacak. Yazım yayınlanmadan, hatta yazmadan önce, İzmir’in kalburüstü yazarları, “Aaa, Bülent Habora yazı yazacak, biz de basın açıklaması yapalım,” diyerek imza topluyorlar. İmzacı saygın yazarların arasında 3 yıldır görmediğim Sefa Taşkın var, Erkan Sevinç var vd…. Bu “Bülent Habora mani”yi görünce, kendimde bir şeyler görmeye başladım. Bay Başkan 2 kez daha böyle gaz verse, önümüzdeki seçimde milletvekili adayı olabilirim. Hatta 4 kez gaz verse Cumhurbaşkanlığı adaylığına soyunurum. Çıkmayan, hatta yazılmayan yazımla ben böylesine etkin olduktan sonra… Sahi Bay Başkan, ne düşünüyorsunuz bu yorumum hakkında?
6) Sınıflı yazarlar ilgili yine “Bülent Habora mani” çıkıyor ortaya. “O, Habora’nın bilinçaltının dışavurumu. Habora başka şeyler de söylüyor,” deyip, aylarca toplanmadıklarını ileri sürmemi eleştiriyor. Bay Başkan’a bir bulmaca sorusu: Bir şairimiz size, “Ben 4 ay önce üyelik için başvurdum, hâlâ bir yanıt yok,” deyince siz ne yanıt verdiniz?
7) Tüzük Kurultayı’nın yapılmayışını söylemem üzerine, “Çalışmalar yapıldı, yeterli sayıda üye gelmediği için, 3’te 2 çoğunluk gerekiyor, kongre olmadı,” diye kısaca geçiştiriyor Bay Başkan. Şimdi Bay Başkan, soruyorum size bir “Demokrasi havarisi” olarak: “Üyeniz olan, rahatının kaçacağını bilen Bülent Habora’ya Tüzük Kurultayı’nın tarihini bildirdiniz mi?Ne zaman bildirdiniz? Hangi yollarla bildirdiniz? Ben artık yaşlandım Bay Başkan, bu bildiriminizi anımsamıyor olabilirim. Siz gençsiniz, muhakkak bilirsiniz…”
Daha çok sorum olacaktı. Ama Evrensel okurlarını sıkmak istemiyorum. Nasıl olsa ben fırsat buldukça, her yerde ve her zaman gündeme getireceğim Bay Başkan’ı ve sağ kolu Bay Cuma Boynukara’yı. Çünkü ben, saygın olan örgütümün, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Aziz Nesin’lere ve diğerlerine layık bir kurum olarak yaşamasını istiyorum, yozlaşmasını istemiyorum…
Yazarlar tartışıyor...
'Enver Ercan gayrı meşruluğu kabul etti'
Haber7'nin gündeme getirdiği TYS içindeki yönetim kargaşası ve kavgalarla ilgili tartışmalar sürüyor. Seyyit Nezir, TYS Genel Başkanı Enver Ercan'ın aldığı son kararla yönetimin gayrımeşruluğunu kabul ettiğini savundu.
31 Mayıs 2007 11:08
“Enver Ercan Başkanlığı’ndaki yeni TYS yönetimi Olağanüstü Genel Kurul Kararı aldı” haberi üzerine, TYS içinde muhalefeti yürüten ve 19 Mayıs’taki Kongreyi hukuk dışı bularak terk eden Birleşik Özne Girişimi’nin sözcüsü Seyyit Nezir'in yaptığı basın açıklaması:
“Enver Ercan, Yönetiminin Gayri Meşru Olduğunu Kabullenmiştir”
“Yeni TYS yönetiminin gayri meşru olduğunu daha önce İnternet üzerinden açıklamıştık. 700 üyeli bir sendika, üstelik bu TYS ise, 61 oyla seçilmiş bir yönetim kurulunca yönetilemez, hele Orhan Pamuk’un adıyla özelleştirilmeye çalışılırsa, bunu becermek hiç mümkün olmazdı. Nitekim 19 Mayıs’taki Genel Kurul’a büyük üye çoğunluğu katılmayarak tepkisini göstermiş, Enver Ercan kendine oy veren üyelerin bile genel kurula katılmalarını sağlayamamış, bu kez % 5 oyla tek liste girerek kendini seçtirmiştir. Kimi “sol gazete”lerin yazarları da görülmemiş bir yalakalık örneği sergileyerek TYS üyesi yüzlerce yazarın Enver Ercan’a destek verdiği, bozguna uğrayan muhalefetin Kongre’yi terk ettiği görüntüsü yaymaya çalışmıştır. Ne ki mızrak çuvala sığmamıştır!
“Bilindiği gibi, başlayabilmesi için 228 üyenin bulunması gereken Genel Kurul öncesinde 180 üye için sahte imza atılmasını öneren Enver Ercan, BÖG sözcüsü Yetkin Aröz’ün apaçık suç niteliğindeki böyle bir öneriyi tartışmak bile istemeyişi üzerine yoklama yapmaksızın hukuk dışı bir Kongre’yi başlatarak TYS’yi özelleştirme çabalarını resmileştirmek istemiş, bu uğurda pek çok saygın üyenin adını, daha sonra da basını kullanmaya kalkışmış, ancak üye çoğunluğunun sürekli yükselen tepkisi ve BÖG’ün kararlı mahkeme girişimi karşısında TYS’yi yönetemeyeceğini görmüş, kendisini destekleme amacıyla yazılanların aleyhte delil oluşturması üzerine tutum değiştirmiştir. Davayı ilk duruşmada kaybedeceğini ve Kurultay’ın yenileneceğini gören Enver Ercan, “erken Kongre” kararı alarak, yangından mal kaçırma niyetlerini unutturmak üzere yavuz hırsızlığa soyunmuştur. BÖG’ün iki kongredir ısrarla savunduğu ‘Yönetim kurullarının çok daha geniş katılımlı genel kurullarda seçilmesi gerekir.’ ilkesini de sahiplenmiş görünerek, mevcut yönetimin ‘önünü tıkamaya çalışan yaklaşımlar’dan korunmaya çalışmaktadır. Enver Ercan yönetiminin önünün tıkandığı doğrudur. Çünkü bu kadar hukukdışılık ancak Soroscu mafyokraside yönetim tahsil etmekle mümkündür. BÖG’ün sözcülerini hukuk savaşımından kimi ayak oyunlarıyla vazgeçirtmeyi ummak bir ham hayaldir. TYS yönetimi yaptıklarının hesabını önce mahkemede ve yasa önünde kamuoyuna, daha sonra da Kurultay’da üyelere verecektir.
“Bu arada, 15. Olağan Genel Kurul’da muhalefet görevi yürüten Birleşik Özne Girişimini bu tutumlarından ötürü suçlayarak, yönetimin Kongre’de ne söz ne de önerge hakkı tanıdığı Sadık Albayrak, Seyyit Nezir ve Yetkin Aröz’ü sanık sandalyesine oturtan gazeteler de TYS yönetiminin her yaptığını desteklemekle okurlarına karşı güç durumda kalmışlardır. Özellikle TYS’deki olaylar konusunda 3 maymunu oynayan Cumhuriyet başta olmak üzere, okuruna dezenformasyonu reva gören yazarları yüzünden Birgün, Evrensel, Radikal vb. gazeteler Enver Ercan yönetiminin bu kararı karşısında açmaza düşmüşlerdir.”
(Haber7)
tıkla
Haber7'nin gündeme getirdiği TYS içindeki yönetim kargaşası ve kavgalarla ilgili tartışmalar sürüyor. Seyyit Nezir, TYS Genel Başkanı Enver Ercan'ın aldığı son kararla yönetimin gayrımeşruluğunu kabul ettiğini savundu.
31 Mayıs 2007 11:08
“Enver Ercan Başkanlığı’ndaki yeni TYS yönetimi Olağanüstü Genel Kurul Kararı aldı” haberi üzerine, TYS içinde muhalefeti yürüten ve 19 Mayıs’taki Kongreyi hukuk dışı bularak terk eden Birleşik Özne Girişimi’nin sözcüsü Seyyit Nezir'in yaptığı basın açıklaması:
“Enver Ercan, Yönetiminin Gayri Meşru Olduğunu Kabullenmiştir”
“Yeni TYS yönetiminin gayri meşru olduğunu daha önce İnternet üzerinden açıklamıştık. 700 üyeli bir sendika, üstelik bu TYS ise, 61 oyla seçilmiş bir yönetim kurulunca yönetilemez, hele Orhan Pamuk’un adıyla özelleştirilmeye çalışılırsa, bunu becermek hiç mümkün olmazdı. Nitekim 19 Mayıs’taki Genel Kurul’a büyük üye çoğunluğu katılmayarak tepkisini göstermiş, Enver Ercan kendine oy veren üyelerin bile genel kurula katılmalarını sağlayamamış, bu kez % 5 oyla tek liste girerek kendini seçtirmiştir. Kimi “sol gazete”lerin yazarları da görülmemiş bir yalakalık örneği sergileyerek TYS üyesi yüzlerce yazarın Enver Ercan’a destek verdiği, bozguna uğrayan muhalefetin Kongre’yi terk ettiği görüntüsü yaymaya çalışmıştır. Ne ki mızrak çuvala sığmamıştır!
“Bilindiği gibi, başlayabilmesi için 228 üyenin bulunması gereken Genel Kurul öncesinde 180 üye için sahte imza atılmasını öneren Enver Ercan, BÖG sözcüsü Yetkin Aröz’ün apaçık suç niteliğindeki böyle bir öneriyi tartışmak bile istemeyişi üzerine yoklama yapmaksızın hukuk dışı bir Kongre’yi başlatarak TYS’yi özelleştirme çabalarını resmileştirmek istemiş, bu uğurda pek çok saygın üyenin adını, daha sonra da basını kullanmaya kalkışmış, ancak üye çoğunluğunun sürekli yükselen tepkisi ve BÖG’ün kararlı mahkeme girişimi karşısında TYS’yi yönetemeyeceğini görmüş, kendisini destekleme amacıyla yazılanların aleyhte delil oluşturması üzerine tutum değiştirmiştir. Davayı ilk duruşmada kaybedeceğini ve Kurultay’ın yenileneceğini gören Enver Ercan, “erken Kongre” kararı alarak, yangından mal kaçırma niyetlerini unutturmak üzere yavuz hırsızlığa soyunmuştur. BÖG’ün iki kongredir ısrarla savunduğu ‘Yönetim kurullarının çok daha geniş katılımlı genel kurullarda seçilmesi gerekir.’ ilkesini de sahiplenmiş görünerek, mevcut yönetimin ‘önünü tıkamaya çalışan yaklaşımlar’dan korunmaya çalışmaktadır. Enver Ercan yönetiminin önünün tıkandığı doğrudur. Çünkü bu kadar hukukdışılık ancak Soroscu mafyokraside yönetim tahsil etmekle mümkündür. BÖG’ün sözcülerini hukuk savaşımından kimi ayak oyunlarıyla vazgeçirtmeyi ummak bir ham hayaldir. TYS yönetimi yaptıklarının hesabını önce mahkemede ve yasa önünde kamuoyuna, daha sonra da Kurultay’da üyelere verecektir.
“Bu arada, 15. Olağan Genel Kurul’da muhalefet görevi yürüten Birleşik Özne Girişimini bu tutumlarından ötürü suçlayarak, yönetimin Kongre’de ne söz ne de önerge hakkı tanıdığı Sadık Albayrak, Seyyit Nezir ve Yetkin Aröz’ü sanık sandalyesine oturtan gazeteler de TYS yönetiminin her yaptığını desteklemekle okurlarına karşı güç durumda kalmışlardır. Özellikle TYS’deki olaylar konusunda 3 maymunu oynayan Cumhuriyet başta olmak üzere, okuruna dezenformasyonu reva gören yazarları yüzünden Birgün, Evrensel, Radikal vb. gazeteler Enver Ercan yönetiminin bu kararı karşısında açmaza düşmüşlerdir.”
(Haber7)
tıkla
Yazarlar toplanıyor...
OLAĞANÜSTÜ GENEL KURUL KARARI
Yeni yönetim kurulumuz yaptığı ilk toplantıda olağanüstü genel kurul kararı aldı. Olağanüstü genel kurulumuzun ilk toplantısı 22-23 Eylül 2007 tarihlerinde yapılacak; tüzükte belirtilen yeterli üye sayısına ulaşılamazsa, 2. toplantı 29-30 Eylül 2007 tarihlerinde gerçekleştirilecektir.
tıkla
Yeni yönetim kurulumuz yaptığı ilk toplantıda olağanüstü genel kurul kararı aldı. Olağanüstü genel kurulumuzun ilk toplantısı 22-23 Eylül 2007 tarihlerinde yapılacak; tüzükte belirtilen yeterli üye sayısına ulaşılamazsa, 2. toplantı 29-30 Eylül 2007 tarihlerinde gerçekleştirilecektir.
tıkla
18 Eylül 2007 Salı
17 Eylül 2007 Pazartesi
15 Eylül 2007 Cumartesi
ŞİİRİMİN ORTASINDAN ARABA GEÇTİ!..
Tevfik Yalçın
Antoloji sitesinde yayımlanan "Otobankızı Zarife”Şiirimin içindeki “Yol” sözcüğünden Araba Geçiyor…
www.antoloji.com/tevfik_yalcin de yayımlanan şiirim: “Otobankızı Zarife” nin ikinci kıtasındaki; birinci mısrasında:”Söylesene Zarife otoban yol mudur?” dizelerindeki “yol” sözcüğünü Önce kırmızı ile bolt olarak yazıldığını görünce “sanırım bir dilbilgisi kuralı hatası var!?” dedim. İnceledim; bir hata göremedim… Sonra maus tuşunu “yol” sözcüğünün üzerine getirip tıklayınca; gördüğüme inanamadım!? Bir video reklam açıldı ve başladı oynamaya…. Şiirin bulunduğu sayfada (şiirin dışında) bu reklam yer alsa; “ne yapalım site para kazanacak…” der geçerdim. Ancak bir sanat eserinin bütünlüğünü bozacak, ona zarar verecek derecede çıldırmış ve kural tanımaz bu kafa; nasıl bir düşünce sisteminin ürünüdür? Merak ediyorum… Hemen antoloji yöneticilerine bu konuda bir uyarı yazdım. Arkasında reklama konu olan araba firmasının internet adresinden yöneticilerine bilgi verdim. Sonucu merakla bekliyorum. Diyorum ki iyi ki heykel yapmıyorum… Düşünsenize bir çıplak heykelime bir de bakmışım don giydirmişler, yada oturan bir heykelimde bir yazı: ” …. Klozetleri” Bu konuda tüm belge ve yasal dayanakları topladım. Ayrıca bu şiirim şarkı olarak da bir albümde yayımlanıyor… Bu konuda 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu:
“3. Eserde değişiklik yapılmasını menetmek:
Madde 16 - Eser sahibinin izni olmadıkça eserde veyahut eser sahibinin adında kısaltmalar, ekleme ve başka değiştirmeler yapılamaz.
Kanunun veya eser sahibinin müsaadesiyle bir eseri işliyen, umuma arzeden, çoğaltan, yayımlıyan, temsil eden veya başka bir suretle yayan kimse; işleme, çoğaltma, temsil veya yayım tekniği icabı zaruri görülen değiştirmeleri eser sahibinin hususi bir izni olmaksızın da yapabilir.
Eser sahibi kayıtsız ve şartsız olarak izin vermiş olsa bile şeref veya itibarını yahut eserinin mahiyet ve hususiyetlerini bozan her türlü değiştirmelere muhalefet hakkını muhafaza eder. Bu haktan sözleşme ile vazgeçmek hükümsüzdür.”
Görürüyoruz; yasa bu konuda çok açık. Şimdi ne yanıt alacağız onu bekliyoruz…. Bekleyelim: Bakalım ne diyecekler!?.
tıkla
Antoloji sitesinde yayımlanan "Otobankızı Zarife”Şiirimin içindeki “Yol” sözcüğünden Araba Geçiyor…
www.antoloji.com/tevfik_yalcin de yayımlanan şiirim: “Otobankızı Zarife” nin ikinci kıtasındaki; birinci mısrasında:”Söylesene Zarife otoban yol mudur?” dizelerindeki “yol” sözcüğünü Önce kırmızı ile bolt olarak yazıldığını görünce “sanırım bir dilbilgisi kuralı hatası var!?” dedim. İnceledim; bir hata göremedim… Sonra maus tuşunu “yol” sözcüğünün üzerine getirip tıklayınca; gördüğüme inanamadım!? Bir video reklam açıldı ve başladı oynamaya…. Şiirin bulunduğu sayfada (şiirin dışında) bu reklam yer alsa; “ne yapalım site para kazanacak…” der geçerdim. Ancak bir sanat eserinin bütünlüğünü bozacak, ona zarar verecek derecede çıldırmış ve kural tanımaz bu kafa; nasıl bir düşünce sisteminin ürünüdür? Merak ediyorum… Hemen antoloji yöneticilerine bu konuda bir uyarı yazdım. Arkasında reklama konu olan araba firmasının internet adresinden yöneticilerine bilgi verdim. Sonucu merakla bekliyorum. Diyorum ki iyi ki heykel yapmıyorum… Düşünsenize bir çıplak heykelime bir de bakmışım don giydirmişler, yada oturan bir heykelimde bir yazı: ” …. Klozetleri” Bu konuda tüm belge ve yasal dayanakları topladım. Ayrıca bu şiirim şarkı olarak da bir albümde yayımlanıyor… Bu konuda 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu:
“3. Eserde değişiklik yapılmasını menetmek:
Madde 16 - Eser sahibinin izni olmadıkça eserde veyahut eser sahibinin adında kısaltmalar, ekleme ve başka değiştirmeler yapılamaz.
Kanunun veya eser sahibinin müsaadesiyle bir eseri işliyen, umuma arzeden, çoğaltan, yayımlıyan, temsil eden veya başka bir suretle yayan kimse; işleme, çoğaltma, temsil veya yayım tekniği icabı zaruri görülen değiştirmeleri eser sahibinin hususi bir izni olmaksızın da yapabilir.
Eser sahibi kayıtsız ve şartsız olarak izin vermiş olsa bile şeref veya itibarını yahut eserinin mahiyet ve hususiyetlerini bozan her türlü değiştirmelere muhalefet hakkını muhafaza eder. Bu haktan sözleşme ile vazgeçmek hükümsüzdür.”
Görürüyoruz; yasa bu konuda çok açık. Şimdi ne yanıt alacağız onu bekliyoruz…. Bekleyelim: Bakalım ne diyecekler!?.
tıkla
anlamsızlık
'Kuzuların Sessizliği' Başkent'te gerçek oldu
Özgür D. (27), öldürdüğü işçinin etini yediğini itiraf etti.Ankara'da Özgür D. isimli şahıs, 'Kuzuların Sessizliği' filminde ünlü aktör Antony Hopkins'in canlandırdığı 'Dr. Hannibal Lecter' karakterine özendi. Özgür D.'nin, tıpkı Hannibal gibi öldürdüğü insanların etini yediği ortaya çıktı. Özgür D., tutuklanarak cezaevine konuldu.
Tüyler ürpertici olay 55 yaşındaki belediye işçisi Cafer Er'in cesedinin Mamak çöplüğünde bulunmasıyla ortaya çıktı. Cinayet Masası dedektifleri, Cafer Er'in vücudunun yumuşak dokusundaki etlerin kesilmiş olduğunu belirledi. Soruşturmayı derinleştiren Cinayet Masası dedektifleri, Er'in en son, temizliğinden sorumlu olduğu Mamak'taki belediye parkını mesken tutan bir şahıs ile tartıştığını tespit etti. Görgü tanıklarının ifadelerinden 27 yaşındaki Özgür D.'nin izine ulaşan dedektifler, şahsın yaşadığı tek odalı gecekonduya baskın yaptı. Gözaltına alınan Özgür D.'nin evinde kol, bacak ve kalçadan kesilen çok sayıda et parçası bulundu. Et parçalarının Cafer Er'e ait olduğu belirlendi. Cinayet Bürosu'nda ifadesi alanın Özgür D.'nin, etin bir kısmını yediği bir kısmını da bahçesindeki sokak köpeğine yedirdiği öne sürüldü. Hannibal soruşturmasında polis, Cafer Er'i öldürerek etini yediği öne sürülen Özgür D.'nin psikolojik travma geçirdiğini belirledi.
Özgür D.'nin, geçen ay Kızılay Mediha Eldem Sokak'ta kafasına sıkılan kurşunla ölen bilgisayar mühendisi Sedat Erzurumlu cinayetinin de faili olduğu anlaşıldı. Adliyeye sevk edilen Özgür D., tutuklanarak cezaevine konuldu. Zanlının 17 yaşında da bir cinayet işlediği ve afla salıverildiği tespit edildi. Evinde yapılan aramada cinayetlerde kullandığı silah ve satır ele geçirilen zanlı birkaç ay önce de birini yaraladığını itiraf ederek, "Kaçmasaydı onu da kesecektim. İnsan eti yemek için cinayet işledim." dediği öne sürüldü.
Sedat Güneç
15 Eylül 2007, Cumartesi
tıkla
Özgür D. (27), öldürdüğü işçinin etini yediğini itiraf etti.Ankara'da Özgür D. isimli şahıs, 'Kuzuların Sessizliği' filminde ünlü aktör Antony Hopkins'in canlandırdığı 'Dr. Hannibal Lecter' karakterine özendi. Özgür D.'nin, tıpkı Hannibal gibi öldürdüğü insanların etini yediği ortaya çıktı. Özgür D., tutuklanarak cezaevine konuldu.
Tüyler ürpertici olay 55 yaşındaki belediye işçisi Cafer Er'in cesedinin Mamak çöplüğünde bulunmasıyla ortaya çıktı. Cinayet Masası dedektifleri, Cafer Er'in vücudunun yumuşak dokusundaki etlerin kesilmiş olduğunu belirledi. Soruşturmayı derinleştiren Cinayet Masası dedektifleri, Er'in en son, temizliğinden sorumlu olduğu Mamak'taki belediye parkını mesken tutan bir şahıs ile tartıştığını tespit etti. Görgü tanıklarının ifadelerinden 27 yaşındaki Özgür D.'nin izine ulaşan dedektifler, şahsın yaşadığı tek odalı gecekonduya baskın yaptı. Gözaltına alınan Özgür D.'nin evinde kol, bacak ve kalçadan kesilen çok sayıda et parçası bulundu. Et parçalarının Cafer Er'e ait olduğu belirlendi. Cinayet Bürosu'nda ifadesi alanın Özgür D.'nin, etin bir kısmını yediği bir kısmını da bahçesindeki sokak köpeğine yedirdiği öne sürüldü. Hannibal soruşturmasında polis, Cafer Er'i öldürerek etini yediği öne sürülen Özgür D.'nin psikolojik travma geçirdiğini belirledi.
Özgür D.'nin, geçen ay Kızılay Mediha Eldem Sokak'ta kafasına sıkılan kurşunla ölen bilgisayar mühendisi Sedat Erzurumlu cinayetinin de faili olduğu anlaşıldı. Adliyeye sevk edilen Özgür D., tutuklanarak cezaevine konuldu. Zanlının 17 yaşında da bir cinayet işlediği ve afla salıverildiği tespit edildi. Evinde yapılan aramada cinayetlerde kullandığı silah ve satır ele geçirilen zanlı birkaç ay önce de birini yaraladığını itiraf ederek, "Kaçmasaydı onu da kesecektim. İnsan eti yemek için cinayet işledim." dediği öne sürüldü.
Sedat Güneç
15 Eylül 2007, Cumartesi
tıkla
14 Eylül 2007 Cuma
Bu iş karakolda biter!...
Burjuvazi, her alanda olduğu gibi, sanat alanında da boka sarıyor!... Silah gücüyle iktidarını sürdüren burjuvazi, ayak oyunlarına başvurarak, sanat alanında at koşturmaya çalışıyor. Hayatı ıskalayan burjuvazi, sanatta da, insana tat vermeyen işler yapıyor...
Burjuvazinin pazara sürdüğü sanatçılardan biri olan Şahnaz Çakıralp, yazdığı kitabın özüyle değil, oluşturduğu piyasa rüzgarıyla vitrinleri süslüyor:
Şahnaz Çakıralp: “Kendi ayağına kurşun sıkıyor"
TEMPO
Sıradan bir gün geçirmiş, akşamı etmişsiniz... Biraz televizyon seyredip ya da arkadaşlarınızla felekten bir gece çaldıktan sonra yatağa girip mışıl mışıl uyuyorsunuz. Yeni günle birlikte kakıp gazetelere şöyle bir göz atarken, hakkınızda verilmiş kocaman bir ilanla karşılaşıyorsunuz. Fotoğrafınız gazete sayfasından size bakıp gülümsüyor. Ama ilanda yazılanlar yenilip yutulacak gibi değil. Kariyerinizin karizması fena halde çizilmiş... O anda ne hissedersiniz?
Asıl merak ettiğim, bu akıl almaz olayda Şahnaz Çakıralp’in o anda aklından geçenlerdi. “Ben olsam...'' türünde yaklaşımlar ‘kurbanın’ hissettiklerinin yanına bile yaklaşamazdı kuşkusuz. Yayıncısı, gazeteye verdiği bir ilanla yazarını perişan ediyordu. Bu genç kadın, böyle bir öfkeye hedef olmak için ne yapmış olabilirdi? Buna benzer bir olay, yıllar önce başka bir alanda yaşanmıştı. Ferda Anıl Yarkın, yapımcısı olduğu Banu Alkan’ın satmayan kasetinin ses bantlarını Taksim Meydanı’nda bir basın toplantısında yakıp, “İşte Banu Alkan’ın çıplak sesi'' diye prova kayıtlarını dinletmişti elâleme... Gerçi ‘intikam soğuk yenen bir yemektir’, ama aşçı ne kadar kaliteli olursa olsun, soğuk yenen yemek de tatsız tuzsuz bir bulamaçtan öteye gidemiyor.
TEMPO: Opera, oyunculuk, siyaset derken, şimdi de bir kitap krizi ile gündeme geldiniz. Yayıncınızı gazetelere ilan verecek kadar kızdıracak ne yaptınız?
ŞAHNAZ ÇAKIRALP: Vallahi bir şey yapmadım. Sadece hakkım olan telif ücretini istedim. 2004 yılı boyunca Cumhuriyet’te köşe yazıları yazdım. Yayıncı olduğunu söyleyen Şenol Koray Sakınmaz, bu yazıları bir kitapta toplamamızı istedi. Ben, kaç adet basıldı, ne kadarı dağıtıldı, ne kadarı satıldı, ne kadarı bu kişinin borçları yüzünden haciz edilip icra depolarına kondu, bilmiyorum. Bir arkadaşım, dördüncü baskı olan kitaptan aldığını söyledi. Aradan bir yıla yakın zaman geçti. Bir kuruş telif ödemedi. Bugün yarın, diye oyaladı.
T: Peki neden hakkınızı yasal yoldan aramadınız?
Ş.Ç.: Tam işin hukuki safhası başlamak üzereydi ki, bu ilanı gördüm. Bu, adımı kullanarak medyatik olma hevesinden de kaynaklanıyor olabilir. Ben onun unvan, ün, medyatik olma merakı olan bir kimse olduğuna inanıyorum.Benim gibi, bu yayıncının mağduru olan, yazar Derya Aydın Hanım kendisi ile ilgili bir araştırma yapmış. Yayıncı, kendisini Doç. Dr. olarak tanıtıyor. Derya Hanım şüpheleniyor ve bunu YÖK’ten soruyor. YÖK Başkanlığı yanıt veriyor. Böyle bir akademik unvan kendisine verilmemiş. Ayrıca, kendisinin Boğaziçi Üniversitesi’nde Doç. Dr. olarak görev yaptığını yazıyor. Boğaziçi Üniversitesi böyle bir kimseyi tanımıyor. Yani anlayacağınız, kendi yazdığını iddia ettiği bir kitapta, isminin başına Doç. Dr. diye yazıyor. Olmayan unvanlar kullanmaya meraklı bir kişinin, benim ismim etrafında medyatik olma çabasını yadırgamamak lazım.
T: Yayıncınız kitabın satmadığını da iddia ediyor...
Ş.Ç.: Bir kitabın satıp satmaması, kitabın değerli olup olmadığını göstermez. Bir kitabın değerini, onu okuyan belirler. Ama kitabın satmaması, yayıncının başarısızlığını belgeler. Kitabın satıp satmayacağını baştan anlaması lazım. Benim için fark etmez. Satmaması onun başarısızlığıdır.
T: Bu ilanı görünce ne hissettiniz?
Ş.Ç.: Doğrusu çok komik buldum. Değil Türkiye, dünyada sanırım ilk kez oluyor. Bir süre güldüm. Sonra bir insanın, nasıl olur da kendi ayağına kurşun sıkabildiğini anlamaya çalıştım. Avukatlarımı aradım. Gereğini yapıyorlar. Böyle biri, polemik için dahi olsa muhatabım olamaz. Şimdi o, yargıya muhatap olacak.
T: İlan, “Bu kitap kendisini yazar olarak görmeyen biri tarafından yazılmıştır'' gibi garip bir cümleyle başlıyor. Siz kendinizi ne olarak görüyorsunuz?
Ş.Ç.: Ben kitabın önsözüne, “Ben bir tiyatro ve sinema sanatçısıyım. Ama bir yazar değilim'' diye başlamıştım. O da ilanına demiş ki: “Kendisini yazar olarak görmeyen biri tarafından yazılmıştır.'' Benim burada maksadım, profesyonel bir yazar olmadığımı ifade etmekti. Hayatımı yazı yazarak kazanmıyorum. Ama bu demek değildir ki yazı yazmak sadece belli kişilere aittir. Herkes yazar. Yazılarınız değer görüyorsa, bunlar gazetede köşe yazısı olarak da, kitap olarak da yayımlanır.
T: İlanda, dağıtım firmaları ve dükkânlardan da özür dileniyor. Bu ne anlama geliyor?
Ş.Ç.: Bilmem. Zaten böyle bir şey kesinlikle olmamıştır. Akıl dışı bir iddia. Ben kimseyi rahatsız etmedim. Sadece kendisinden telif ücretini istedim.
T: Yayıncınız ayrıca sizin baskınız yüzünden Remzi Kitabevi’nin kendi kitaplarını satmadığını iddia ediyor. Remzi Kitabevi’ni etkileyecek kadar gücünüz var mı?
Ş.Ç.: Remzi Kitabevi’nden kimseyi tanımıyorum. Remzi Kitabevi, Türkiye’nin en önemli ve güçlü kuruluşlarından biri. Onu kimsenin etkileyecek gücü olduğuna inanmıyorum.
T: Güzel bir kadın ve tanınmış bir oyuncu olmak, siyaset yapmak için avantaj mı, dezavantaj mı?
Ş.Ç.: Bunun ne avantajını ne de dezavantajını yaşadım. Siyaset bir arenada yapılıyor. Oraya kendi gücünüzle çıkabilir, yine kendi gücünüzle kalabilirsiniz. Sadece şans bir faktör olabilir.
tıkla
(Ayrıca)
tıkla
tıkla
Burjuvazinin pazara sürdüğü sanatçılardan biri olan Şahnaz Çakıralp, yazdığı kitabın özüyle değil, oluşturduğu piyasa rüzgarıyla vitrinleri süslüyor:
Şahnaz Çakıralp: “Kendi ayağına kurşun sıkıyor"
TEMPO
Sıradan bir gün geçirmiş, akşamı etmişsiniz... Biraz televizyon seyredip ya da arkadaşlarınızla felekten bir gece çaldıktan sonra yatağa girip mışıl mışıl uyuyorsunuz. Yeni günle birlikte kakıp gazetelere şöyle bir göz atarken, hakkınızda verilmiş kocaman bir ilanla karşılaşıyorsunuz. Fotoğrafınız gazete sayfasından size bakıp gülümsüyor. Ama ilanda yazılanlar yenilip yutulacak gibi değil. Kariyerinizin karizması fena halde çizilmiş... O anda ne hissedersiniz?
Asıl merak ettiğim, bu akıl almaz olayda Şahnaz Çakıralp’in o anda aklından geçenlerdi. “Ben olsam...'' türünde yaklaşımlar ‘kurbanın’ hissettiklerinin yanına bile yaklaşamazdı kuşkusuz. Yayıncısı, gazeteye verdiği bir ilanla yazarını perişan ediyordu. Bu genç kadın, böyle bir öfkeye hedef olmak için ne yapmış olabilirdi? Buna benzer bir olay, yıllar önce başka bir alanda yaşanmıştı. Ferda Anıl Yarkın, yapımcısı olduğu Banu Alkan’ın satmayan kasetinin ses bantlarını Taksim Meydanı’nda bir basın toplantısında yakıp, “İşte Banu Alkan’ın çıplak sesi'' diye prova kayıtlarını dinletmişti elâleme... Gerçi ‘intikam soğuk yenen bir yemektir’, ama aşçı ne kadar kaliteli olursa olsun, soğuk yenen yemek de tatsız tuzsuz bir bulamaçtan öteye gidemiyor.
TEMPO: Opera, oyunculuk, siyaset derken, şimdi de bir kitap krizi ile gündeme geldiniz. Yayıncınızı gazetelere ilan verecek kadar kızdıracak ne yaptınız?
ŞAHNAZ ÇAKIRALP: Vallahi bir şey yapmadım. Sadece hakkım olan telif ücretini istedim. 2004 yılı boyunca Cumhuriyet’te köşe yazıları yazdım. Yayıncı olduğunu söyleyen Şenol Koray Sakınmaz, bu yazıları bir kitapta toplamamızı istedi. Ben, kaç adet basıldı, ne kadarı dağıtıldı, ne kadarı satıldı, ne kadarı bu kişinin borçları yüzünden haciz edilip icra depolarına kondu, bilmiyorum. Bir arkadaşım, dördüncü baskı olan kitaptan aldığını söyledi. Aradan bir yıla yakın zaman geçti. Bir kuruş telif ödemedi. Bugün yarın, diye oyaladı.
T: Peki neden hakkınızı yasal yoldan aramadınız?
Ş.Ç.: Tam işin hukuki safhası başlamak üzereydi ki, bu ilanı gördüm. Bu, adımı kullanarak medyatik olma hevesinden de kaynaklanıyor olabilir. Ben onun unvan, ün, medyatik olma merakı olan bir kimse olduğuna inanıyorum.Benim gibi, bu yayıncının mağduru olan, yazar Derya Aydın Hanım kendisi ile ilgili bir araştırma yapmış. Yayıncı, kendisini Doç. Dr. olarak tanıtıyor. Derya Hanım şüpheleniyor ve bunu YÖK’ten soruyor. YÖK Başkanlığı yanıt veriyor. Böyle bir akademik unvan kendisine verilmemiş. Ayrıca, kendisinin Boğaziçi Üniversitesi’nde Doç. Dr. olarak görev yaptığını yazıyor. Boğaziçi Üniversitesi böyle bir kimseyi tanımıyor. Yani anlayacağınız, kendi yazdığını iddia ettiği bir kitapta, isminin başına Doç. Dr. diye yazıyor. Olmayan unvanlar kullanmaya meraklı bir kişinin, benim ismim etrafında medyatik olma çabasını yadırgamamak lazım.
T: Yayıncınız kitabın satmadığını da iddia ediyor...
Ş.Ç.: Bir kitabın satıp satmaması, kitabın değerli olup olmadığını göstermez. Bir kitabın değerini, onu okuyan belirler. Ama kitabın satmaması, yayıncının başarısızlığını belgeler. Kitabın satıp satmayacağını baştan anlaması lazım. Benim için fark etmez. Satmaması onun başarısızlığıdır.
T: Bu ilanı görünce ne hissettiniz?
Ş.Ç.: Doğrusu çok komik buldum. Değil Türkiye, dünyada sanırım ilk kez oluyor. Bir süre güldüm. Sonra bir insanın, nasıl olur da kendi ayağına kurşun sıkabildiğini anlamaya çalıştım. Avukatlarımı aradım. Gereğini yapıyorlar. Böyle biri, polemik için dahi olsa muhatabım olamaz. Şimdi o, yargıya muhatap olacak.
T: İlan, “Bu kitap kendisini yazar olarak görmeyen biri tarafından yazılmıştır'' gibi garip bir cümleyle başlıyor. Siz kendinizi ne olarak görüyorsunuz?
Ş.Ç.: Ben kitabın önsözüne, “Ben bir tiyatro ve sinema sanatçısıyım. Ama bir yazar değilim'' diye başlamıştım. O da ilanına demiş ki: “Kendisini yazar olarak görmeyen biri tarafından yazılmıştır.'' Benim burada maksadım, profesyonel bir yazar olmadığımı ifade etmekti. Hayatımı yazı yazarak kazanmıyorum. Ama bu demek değildir ki yazı yazmak sadece belli kişilere aittir. Herkes yazar. Yazılarınız değer görüyorsa, bunlar gazetede köşe yazısı olarak da, kitap olarak da yayımlanır.
T: İlanda, dağıtım firmaları ve dükkânlardan da özür dileniyor. Bu ne anlama geliyor?
Ş.Ç.: Bilmem. Zaten böyle bir şey kesinlikle olmamıştır. Akıl dışı bir iddia. Ben kimseyi rahatsız etmedim. Sadece kendisinden telif ücretini istedim.
T: Yayıncınız ayrıca sizin baskınız yüzünden Remzi Kitabevi’nin kendi kitaplarını satmadığını iddia ediyor. Remzi Kitabevi’ni etkileyecek kadar gücünüz var mı?
Ş.Ç.: Remzi Kitabevi’nden kimseyi tanımıyorum. Remzi Kitabevi, Türkiye’nin en önemli ve güçlü kuruluşlarından biri. Onu kimsenin etkileyecek gücü olduğuna inanmıyorum.
T: Güzel bir kadın ve tanınmış bir oyuncu olmak, siyaset yapmak için avantaj mı, dezavantaj mı?
Ş.Ç.: Bunun ne avantajını ne de dezavantajını yaşadım. Siyaset bir arenada yapılıyor. Oraya kendi gücünüzle çıkabilir, yine kendi gücünüzle kalabilirsiniz. Sadece şans bir faktör olabilir.
tıkla
(Ayrıca)
tıkla
tıkla
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)