BÜKTEL / KOCATÜRK POLEMİĞİ : 4
Coşkun Büktel
Kendisiyle ilgili küçük bir değiniden ibaret olan birinci yazıma, Kocatürk’ün (yalanlar da içeren) cevabı, Kocatürk’le yaptığım 5-10 dakikalık görüşmeyi, bütün arka planıyla anlatmak gereğini ortaya çıkardı. Konuyu, bu kez, özet geçmek yerine, Kocatürk gibilerin en hoşlanmadığı yöntemle, yani kanıtlı ve belgeli olarak ve tüm yönleriyle yeniden ele alacağız.
Böylelikle, Türk tiyatrosunda her dönem iktidarda bulunan egemen anlayışın yeni ve sivri bir örneğini daha teşhir etmiş ve tiyatromuza musallat olmuş yaratıcılık yoksunluğunun nedenleri hakkında okurları bir kez daha aydınlatmış olacağız.
“NÂZIM DOSYASI”INDAKİ SOMUT, MADDİ YANLIŞLAR
Kemal Kocatürk, (talihin ve politik iktidarın bir cilvesiyle) İBŞT genel sanat yönetmeni yardımcısı olduğu dönemde, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nca yayınlanan “Türk Tiyatrosu” adlı derginin genel yayın yönetmenliğini de yürütüyordu. Kocatürk’ün genel yayın yönetmeni olduğu “Türk Tiyatrosu” adlı derginin, Sonbahar 2002 tarihli 449. sayısında, 15 sayfalık bir “Nazım Hikmet Ran Dosyası” (sayfa 79-93) yayınlanmıştı. Bu dosya konumuz açısından (yalnızca konumuz açısından) önemli.
Çünkü benim genel yayın yönetmeni Kocatürk’e “Türk Tiyatrosu” dergisinde yayınlanması talebiyle verdiğim ve Kocatürk’ün (ekibiyle birlikte) reddettiği yazı, dergideki bu Nâzım Dosyası’yla ilgiliydi. Dosya, somut maddi yanlışlar dahil bir sürü hatalar, eksiklikler, bilim dışı yaklaşımlar içeriyordu. Ben, Kocatürk’e verdiğim “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımda, bu hataları gösteriyor; başta dosyanın yazarları olmak üzere derginin tüm sorumlularını (bu arada elbette Kemal Kocatürk’ü de) isim vererek eleştiriyordum.
Nâzım dosyası’nda, Ayşegül Yüksel, Yılmaz Onay, Hasan Anamur, Ali Taygun ve Zühtü Bayar’ın Nâzım tiyatrosu üzerine birer yazısı yer almaktaydı. Nâzım Dosyası’ndaki bu yazıların tümü çalakalem yazılmış, bilimsellikten uzak, somut bilgi yanlışlarıyla malul, sığ ve hafif metinlerdi. Adınız Coşkun Büktel olunca, böyle bir yargıda bulunduğunuz zaman dayanaklarını gösterme-mek gibi bir lüksünüz olamıyor. (Coşkun Büktel olmanın ne kadar yorucu olduğunu bilemezsiniz.)
Nâzım Dosyası’ndaki o beş yazının (ki içlerinde en masumu Zühtü Bayar’ınkiydi) ne denli vahim yanlışlar, yanılgılar ve eksiklikler içerdiğini, Kocatürk’ün reddettiği “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” (Yom Sanat, sayı 14, Eylül-Ekim 2003) başlıklı yazımda, (Dosyadaki beş yazının tümünü tek tek inceleyerek) ayrıntılı biçimde göstermiştim. (“Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımın tamamını, çok yakında www.coskunbuktel.com adresli siteme koymaya çalışacağım.)
(Güncelleme: “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımı artık coskunbuktel.com'da okuyabilirsiniz.)
Nâzım Dosyası’ndaki yazıların vahametini, okumakta olduğunuz bu yazının çerçevesi içinde özetlemek istersem; örneğin, Hasan Anamur’un yazısında, Nâzım’ın tiyatro eserlerinin sayısı konusunda yanlış rakam verildiğini söyleyebilirim. Örneğin, yazısında Nâzım oyunlarını budamanın (ama titiz biçimde budamanın) Nâzım’ın “hak ettiği” bir yaklaşım olduğunu ileri süren Ayşegül Yüksel’in, Nâzım’a ne denli ters düştüğünü, bizzat Nâzım’ın ifadesiyle gösterebilirim. Veya, örneğin, “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımın Ali Taygun’la ilgili bölümünden çarpıcı bir alıntı yaparak, Taygun’un, Nâzım’ı övmek uğruna, okurlara yanlış bilgi verdiğini, yani insanlara dezenformasyon uyguladığını; yanlış bilgiye dayanarak ortaya iddialar attığını, belgeleyebilirim:
ALİ TAYGUN’UN VE HASAN ANAMUR’UN YANLIŞLARI
“Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımın Ali Taygun’la ilgili bölümünde, Taygun’un Nâzım Dosyası’ndaki yazısından şu alıntıyı yapıyordum:
Bir ‘Ferhad ile Şirin’de kendisinden sonra Eugene O’Neil’in (aslında “O’Neill” olacak. CB) ‘Garip bir Ara-oyun’da (Strange Interlude) kullanacağı ve büyük övgüler alacağı ‘iç monolog’ uslûbunu (“üslûbunu” olacak. CB) bulup kullanıyor. Kim böyle bir deneme yapmış başka?
(Ali Taygun, “İki ‘Dev Adam’a Saygı”, “Türk Tiyatrosu”, sayı 449, Sonbahar 2002. Sayfa 90.)
Ali Taygun’dan yaptığım yukarıdaki alıntıyı, Kocatürk’e götürdüğüm “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımda şöyle değerlendiriyordum:
Ali Taygun, “iç monolog üslûbunu” ilk deneyenin Nâzım olduğunu, Amerikalı oyun yazarı Eugene O’Neill’in, “iç monolog üslûbunu” Nâzım’dan “sonra” kullandığını söylüyor. Oysa, Türkçe’de olsun, yabancı dilde olsun, dünyanın tüm tiyatro ansiklopedileri, Ali Taygun’un yukarıda aktardığımız sözlerini yalanlıyor: Konuyla ilgili yerli yabancı tüm kaynaklar, Eugene O’Neill’in, iç monolog (veya iç konuşma) tekniğini “Strange Interlude” adlı oyununda, Ali Taygun’un söylediği gibi Nâzım’dan “sonra” değil, tam tersine, Nâzım’dan 20 yıl “önce” kullandığını gösteriyor. Tüm kaynaklar, Nâzım’ın, “Ferhad ile Şirin”i, 1948’de yazdığını (yani iç monolog tekniğini ilk kez 1948’de kullandığını) belirtiyor; ama aynı kaynaklar, Eugene O’Neill’in yazdığı (1945’te Saffet Korkut çevirisi ve “Araya Giren Garip Oyun” adıyla Türkçe’si de MEB klâsikleri arasında yayınlanan) “Strange Interlude” için, 1927 veya 1928 tarihini veriyor; Random House yayınevince “Modern Library” dizisinde yayınlanan “Nine Plays by Eugene O’Neill” adlı kitaba yazdığı kısa önsözde, O’Neill’in kendisi, “Strange Interlude” adlı oyunu 1926-27 yıllarında yazdığını söylüyor. Üstelik ‘iç monolog’ tekniğini O’Neill “Strange Interlude”un bütününe yayıp metnin asal öğelerinden biri haline getirmişken, Nâzım, 20 yıl sonra, bu tekniği, “Ferhad ile Şirin”in yalnızca bir tek sahnesinde, yalnızca bir “çeşni” olarak kullanıyor.
(Coşkun Büktel, “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı”. Yom Sanat, Eylül-Ekim 2003, sayfa 34-35.)
Kaldı ki, iç konuşma tekniğini O’Neill de icat etmiş değildir. Amerikalı kadın yazar Alice Gerstenberg, 1913 yılında yazdığı (uyumayın, 1913 yılında yazdığı, diyorum!) “Overtones” (“Dokundurmalar”) adlı oyununda, bu tekniğin kullanım olanaklarını O’Neill’in 1926’da yaptığından çok daha öteye götürmüştü zaten. Gerstenberg’in “Overtones” (“Dokundurmalar”) adlı (1913 tarihli) bu oyununda, seyirciler sahnede iki karakter ama dört oyuncu görürler. Oyuncuların ikisi oyundaki iki gerçek karakteri canlandırırken, diğer iki oyuncu o iki karakterin “iç kişiliklerini” ya da “gizli benliklerini” canlandırmaktadır. Gerçek karakterler Harriet ile Margaret’tir. Harriet’in iç benliği Hetty, Margaret’in iç benliği ise Maggie’dir. Hatty’nin konuşmalarını yalnızca Harriet, Maggie’nin konuşmalarını ise yalnızca Margaret duymaktadır. Alice Gerstenberg’in “Overtones” adlı (taaaaaaa 1913 tarihli) bu tek perdelik gayet enteresan ve eğlenceli komedisi, Coşkun Büktel tarafından “Dokundurmalar” adıyla Türkçe’ye çevrilerek, “ELEŞTİREN OYUNLAR” adlı tiyatro antolojisinde yayınlanmıştır. (Dramatik Yayınlar, 1998.)
Oysa, Nâzım Dosyası’ndaki yazısında, üniversite hocası Hasan Anamur da Ali Taygun gibi, iç konuşmaların Nâzım’ın “buluşu” olduğunu iddia ediyor ve Nâzım’ı kastederek, “Ferhat ile Şirin’de kullandığı iç konuşmalar da sahneye koyucuya büyük olanaklar sağlayan bir buluştur.” diyor. Bu insanlar, hadi dünya tiyatrosu yazarlarını okumuyor diyelim; peki burunlarının dibinde duran Coşkun Büktel kitaplarını niye okumuyorlar? Coşkun Büktel’i okumuş olsalar neyin ne zaman buluş olduğunu hiç değilse, 1998’te öğrenmiş olacaklardı.
Ali Taygun, Hasan Anamur ve diğerleri, Büktel’i okumayı kendilerine yasaklamamalıydı. Çünkü Büktel’i okumamak, Büktel için değil, ama daima, Büktel’i okumayan tiyatrocular için sorun olmuştur.
TAYGUN VE ANAMUR’UN NÂZIM TARAFINDAN YALANLANMASI
Ali Taygun ile Hasan Anamur’u yalnızca dünyanın tüm tiyatro ansiklopedileri değil, Nâzım’ın kendisi de yalanlıyor. Ali Taygun ile Hasan Anamur keşke, Nâzım’ı övmeyi değil de Nâzım’ı okumayı iş edinselerdi. O zaman, Nâzım’ın 1962’de Moskova’da yazdığı “Oyunlarım Üstüne” adlı yazısını, bir tiyatrocu olarak, mutlaka okumuş olacak ve bugün Nâzım üstüne ahkâm keserken “desteksiz atıyor” olmaktan kurtulacaklardı. Ali Taygun ve Hasan Anamur, belli ki, yalnızca Büktel’i değil, Nâzım’ı da okumuyorlar. Ya da üstünkörü okuyor ve derhal unutuyorlar. Taygun ve Anamur, Nâzım’ı adamakıllı okusalardı, Nâzım’ın “Oyunlarım Üstüne” başlıklı yazısında iç monolog tekniğiyle ilgili olarak neler söylediğini güzelce öğrenmiş olacaklar ve tiyatro hayatlarının son demlerinde “iç monolog” meselesine dair benden ders almak zorunda kalmayacaklardı.
Şimdi Nâzım Hikmet’in iç monolog konusunda yazdığı satırları Ali Taygun ve Hasan Anamur’a (güzelce hatmetmelerini umarak) hatırlatalım:
Çağdaş piyeslerde monologların hemen hemen ortadan kalktığını düşündüm. Monologların geliştirilmesiyle, yeni bir açıdan işlenmesiyle iç dünyamızın sahnede baş rollerden birini oynayabileceğini keşfettim. Ferhad ile Şirin’de bu icadımı gerçekleştirmeye çalıştım. Yusuf ile Menofis’te de aynı keşfin sevincini duydum. Ferhad ile Şirin’de, kahramanlar bir yandan birbirleriyle konuşuyor, bir yandan da akıllarından geçenleri birbirlerine değil, seyircilere söylüyorlardı. Kimi kere de, uzun bir süre, her biri yüksek sesle düşünüyordu. Sonra, kimi kere, kahramanlar, bir başlarına konuşuyorlardı kendi kendileriyle, yani klasik monolog. Sonra, Yusuf ile Menofis’de Zeliha’nın üç tonda sesi, iç dünyasının üç ayrı monoloğunu söylüyor, Zeliha ağzını açmadan pantomima oynuyordu. O zamanlar daha magnetofon yoktu, belki vardı da benim haberim yoktu. Bundan dolayı bu üç sesi gramofon plağına yazdırmayı düşündüm. Bu keşiflerimden o kadar memnundum ki, hapisten çıkar çıkmaz ilk işim arkadaşlara bu iki piyesi okumak oldu. Okudum ve ‘hafifçe sırıtarak’ yüzlerine böbürlene böbürlene baktım.
Birisi:
-İyi ama, dedi, bu senin marifeti, hem de âlâsını Sartre çoktan yaptı.
Hapiste yatmanın kötülüklerinden biri de, dram yazarı için, dünyada, dram yazarlığı alanında olup bitenlerden haber alamaması. (...) Nitekim Moskova’ya geldikten sonra yazdığım bir iki piyeste de başıma aynı iş geldi, Yani bu piyeslerde, kimisi oynanmadı, ilkönce benim tarafımdan kullanıldığını sandığım bazı marifetlerin benden çok önce kullanıldıklarını sonradan öğrendim.”
(Nâzım Hikmet, “Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil” Yazılar, cilt 1. Adam Yayınları, dördüncü basım, Kasım 1993. Sayfa 275-76.)
Görüldüğü üzere, Nâzım, hak etmediği bir payeyi reddeden dürüst bir sanatçı olarak, iç monolog “marifetinin” kendisinden önce bulunduğunu, kendiyle “eğlenen” bir tavırla açıklamaktan çekinmiyor. Ama Ali Taygun ve Hasan Anamur, Nâzım’ın reddettiği payeyi, sahte bir madalya gibi onun yakasına inatla yapıştırarak okurları yanıltıyorlar. Hadi Nâzım hapisteydi ve gelişmelerden habersizdi. Peki bu insanlar neredeydi? Bu insanlar Nâzım Dosyası’na o yazıları yazarken ne hapisteydiler, ne de 1950 yılında idiler.
Taygun ile Anamur, Nâzım Dosyası’ndaki yazılarında, (sanki Nâzım’ın meşru veya gayrı meşru “her yola” başvurularak yüceltilmeye ihtiyacı varmış gibi) Nâzım’ı övmek uğruna; ya bile bile yanlış bilgi sunarak okurlara dezenformasyon uyguluyor; ya da, yine Nâzım’ı övmek uğruna, doğru dürüst bilmedikleri konularda, araştırma gereğini bile duymadan, en küçük bir bilimsel kuşku, bilimsel özen ya da kaygı taşımadan, ahkam kesiyorlar. “İç monolog” konusunda şairin kendisi bile kendisini dürüstçe eleştirerek, kendine kıyak çekmekten kaçınmışken; Taygun ve Anamur, akılları sıra Nâzım’a kıyak çekmek için, Nâzım’ı “buluşçu” olarak lanse ediyor, hatta “iç monolog” konusunda onu O’Neill’in önüne geçiriyorlar. Yani Nâzım’ın yaratıcılığını yanlış bir zemine oturtarak övüyor, onu kendisinin de kabul etmediği gerçek dışı övgülerle yaralıyorlar. Taygun ve Anamur, bunu ister kasıt ister cehalet yüzünden yapmış olsunlar, Nâzım’ı aşağılamış oluyorlar.
AYŞEGÜL YÜKSEL’İN NÂZIM TARAFINDAN YALANLANMASI
Nâzım dosyasında Nâzım’ı aşağılayan bir başka yazı, (yukarıda değindiğimiz üzere) Ayşegül Yüksel’inkiydi. Sayın Yüksel, Nâzım’ı överken (veya över gibi yaparken) aşağılıyordu. Şöyle diyordu:
Nazım’ın tiyatrosuna “Nazımca” bakan bir dramaturji anlayışı henüz oluşturulamamıştır. Yönetmenin yaratıcı dehasından çok, dramaturgun kılı kırk yarar incelemesini gerektiren bir dramaturji anlayışıdır söz konusu olan: Nazım’ın çok eklemli, çoğul biçemli tiyatrosunu sahnede “bütün” kılacak ayrıntıların irdelenerek ilişkilendirildiği, oyunların içerdiği görsel / işitsel göstergelerin tek tek değerlendirildiği, oyuncunun birkaç biçemi birden tutarlı biçimde rolüne sindirebileceği, bu doğrultuda oyun metninin -yapıtlarının uzun yıllar önce yazıldığı göz önünde bulundurularak- temel göstergeleri yok etmeden budanabildiği... (Altını ben çizdim. CB) Kısacası, Nazım tiyatrosunun “ele avuca sığmaz”lıktan kaynaklanan “özel” albenisini ortaya çıkartabilecek bir anlayış.
Nâzım böylesine özenli bir dramaturji çalışmasını hak eden oyun yazarlarımızdandır.
(Ayşegül Yüksel, “Nazım Hikmet’in Tiyatrosunun Bugüne Ulaştırdığı”, “Türk Tiyatrosu”, sayı 449, Sonbahar 2002. Sayfa 80.)
Şimdi, Ayşegül Yüksel’den yaptığımız yukarıdaki alıntıyı Kocatürk’ün reddettiği “Nâzım Hikmet ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımızda nasıl değerlendirmişiz, onu görelim:
Ben, kendim de bir oyun yazarı olduğum için, sayın Ayşegül Yüksel’i derhal yalanlamak zorundayım: Nâzım, böylesine klişe cümlelerle, hiçbir şey söylemeyen içi boş lâkırdılarla pohpohlanmayı da; bu boş lâkırdıların sahipleri tarafından “özenli dramaturji çalışması” gibi cilâlı kılıflar uydurularak eserlerinin “budanmasını” da, “hak eden oyun yazarlarımızdan” değildir. Bir oyun yazarının öldükten sonra hak etmeyi umduğu en büyük lütuf, “özenli bir dramaturji çalışmasıyla budanmak” değil, “sadakatle” sahnelenmektir. Nâzım’ın da, sağlıklı bir beyne sahip her oyun yazarı gibi, birtakım “sureti haktan görünen riyakârca bahanelerle budanmak” yerine, “sadakati” tercih ettiği, “YÖNETMEN TİYATROSU’NA KARŞI” (Kaknüs Yayınları, 2001) adlı kitabımızı okuyanların çok iyi bildiği bir hakikattir. Sayın Ayşegül Yüksel’in başını kuma gömüp görmemekte ısrar ettiği “Yönetmen Tiyatrosuna Karşı” adlı kitabımızın 245. sayfasında, Nâzım’ın eşi Vera Tulyakova’nın anılarından yaptığımız şu alıntı, (sayın Ayşegül Yüksel’in görmek istemediği) bu hakikatin en somut belgesidir:
Fakat onu en çok çileden çıkaran şey, söz konusu olan ister bir oyununun sahnelenmesi, ister şiir ya da makalelerinin yayımı olsun, korkaklık, cehalet, riyakârlık ve insanların kötücül istençlerinin burnunu sokmasıydı çalışmalarına. Yayımlanan yapıtlardan satırlar ya da paragraflar eksilmişse, kudurmuşçasına öfkelenir, bu zorbalık (altlarını ben çizdim. CB) onu öldürür, sözcüğün tam anlamıyla, düello etmek isterdi.
(Vera Tulyakova Hikmet, “Nâzımla Son Söyleşimiz”, çeviren Ataol Behramoğlu. 2. Baskı. Milliyet Yayınları, 1997. Sayfa 49-50. Ayrıca, “Yönetmen Tiyatrosu”na Karşı, sayfa 245.)
Nâzım’ın, özenli bir dramaturji çalışmasıyla budanmaktan hoşlanmayacağını yalnızca eşinin değil, kendisinin sözleriyle de kanıtlayabiliriz. Nâzım, sahnelenen bir eseri budanacak ya da değiştirilecek diye ne kadar kaygılandığını, “yüreğinin nasıl hop hop attığını”, 1956 tarihli ve “Tiyatro Bahsinde Kısacık ve Şimdilik Aklıma Gelenler” başlıklı bir yazısında şöyle anlatıyor:
Moskova Satir Tiyatrosu’nda bir piyesim oynanacak. Prömiyerinde bulunamayacağım. Moskova’dan trenle dört günlük yoldayım, ama yüreğim hop hop atıyor. Tiyatro son dakikada piyesten bir şey çıkardı mı, çıkarmak zorunu duydu mu, piyese bir şey kattı mı, aman ters anlaşılmasın diye izahlarda filan bulundu mu, tenkit yazısı çıkacak mı şöyle esaslı bir yerde, yoksa susulacak mı ve en önemlisi, seyirciler nasıl karşıladı?
(Nâzım Hikmet, “Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil”, Yazılar, cilt 1. Adam Yayınları, dördüncü basım, Kasım 1993. Sayfa 246.)
Nâzım’ın özenli bir dramaturji çalışmasıyla “budanmayı hak eden bir yazar” olduğunu söylemeden önce, profesör Ayşegül Yüksel’in, Vera Tulyakova ve Nâzım Hikmet tarafından yazılmış yukarıdaki satırlarla yüzleşmesi ve “Yönetmen Tiyatrosuna Karşı” adlı kitabımızdaki karşı görüşleri cevaplayabilmesi gerekirdi. Çünkü bilimsel ciddiyet, asık suratlı ve çatık kaşlı olmayı değil, bilim yaptığımız alanda saatin kaç olduğunun farkında olmayı gerektirirdi. Sayın Yüksel’in, bir bilim insanı olarak, yazdığı konudaki “tek farklı ve en önemli” yayına karşı “üç maymun” tavrını benimsemesi, kendisinin yalnızca ciddiyet yoksunluğunu değil, bilimsellik kriterlerini umursamadığını da kanıtlamaktadır.
(Coşkun Büktel, “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı”. Yom Sanat, Eylül-Ekim 2003. Sayfa 27-28.)
DOSYADAKİ YANLIŞLARIN EN BÜYÜK SORUMLUSU: KOCATÜRK
Başa dönüp özetlersek: İBŞT tarafından Kemal Kocatürk’ün genel yayın yönetmenliğinde yayınlanan “Türk Tiyatrosu” dergisinin Nazım Dosyası’nda; yeterince araştırmadan ve cahilce yazılmış yazılar, vahim yanlışlar içeriyor, okurları dezenformasyona uğratıyordu. Yanlışların düzeltilmesi ve o yanlışları okuyacak olan okurların kültürel zehirlenmesine son verilmesi gerekliydi. Bu konuda kimsenin herhangi bir adım atmaya niyetli olmadığını görünce, her zamanki gibi, konuya “maydanoz” olmaya karar verdim. (Coşkun Büktel olmanın ne kadar yorucu bir şey olduğunu yukarıda söylemiştim.) Konuyla ilgili “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımı yazarak, çağrılmayan Yakup gibi, Şehir Tiyatrosu’nun yolunu tuttum ve derginin genel yayın yönetmeni Kemal Kocatürk’ün karşısına dikildim.
Yazımda Kemal Kocatürk’ü de, derginin genel yayın yönetmeni olarak, o buram buram cehalet kokan Nâzım Dosyası’ndan sorumlu tutuyor ve isim vererek suçluyordum. Bu nedenle, Kocatürk’ün bu yazıya geçit vermeyeceğini aslında en başından, adım gibi biliyordum. Ama yazım, onların dergisindeki Nâzım Dosyası üzerine bir yazı olduğu için, önce onlara teklif etmeyi (onlara beni şaşırtmak fırsatını vermeyi) doğru bulmuştum. Okurlarım bilirler, ben bunu hep yaparım, ama eleştirdiğim insanlar beni asla şaşırtmazlar. Kemal Kocatürk kim oluyordu ki, bu kuralı bozmaya, beni şaşırtmaya kalksın? Kemal Kocatürk kim oluyordu ki, diğerlerinden daha demokrat davransın? Kemal Kocatürk kim oluyordu ki, Nâzım Dosyası diye yaptıkları şeyin nasıl bir rezillik olduğunu açığa vuran ve kendisini de isim vererek suçlayan bir yazıyı yayınlayarak beni şoka uğratsın? Uğratmadı, elbette. Bravo Kocatürk!
Kocatürk’e yazının eleştirel içeriğinden söz ettim ve yazıda kendisini de suçladığımı belirttim. Bunu şu yüzden yapıyordum: Yazıyı reddedeceklerini zaten bildiğim için, yazının özelliklerini öğrenirlerse, belki hemen reddederler ve ben de onların okumalarını beklemekten kurtulurum diye düşünüyordum. Yazıyı bir an önce başka bir dergiye vermek, bir an önce yayınlamak, hataları bir an önce düzeltip, dezenformasyona bir an önce son vermek istiyordum.
Kocatürk, bana yazının eleştirel tavrından korkmadığını belirtti. Bu bilmediğim bir tavır değildi: Hep, korkmuyoruz diye efelenirler ama sonra yazıyı yayınlama-mak için her türlü bahaneyi gerekçe sayarlar. Şu günlerde “çığlık çığlığa” dergisini kurtarmaya çalışan Mustafa Demirkanlı da bir zamanlar Tiyatro Tiyatro dergisinde (Nisan 2002, sayfa 58) Coşkun Büktel’den “çekinmediğini” yazdıktan sonra, yazısının sonunda, cevap hakkımı kullanmak istersem, dergiye değil mahkemeye başvurmamı söylemişti (1). Senden korkmuyoruz ama yazılarını yayınlamıyoruz! Yani “senden korkmuyoruz” tarzında efelenmelerin aslında şu anlama geldiğini iyi biliyordum: Biz senin pazılarından değil, sadece “yazılarından” korkuyoruz.
O nedenle, Kocatürk’ün yazımdaki eleştirel tavırdan korkmadığını açıklaması beni fazla umutlandırmadı. Ya da çok çok az umutlandırdı, diyelim. Ben yine de Kocatürk’ün bir bahane bulup yazıyı reddedeceğine olan inancımı koruyordum. Ve Nâzım Dosyası’ndaki maddi yanlışları düzelten bir yazıyı reddetme bahanesi bulmak kolay olmayacağı için, Kocatürk’ün bir daha karşıma çıkmak istemeyeceğini de tahmin ediyordum. Çünkü yüzünün derisi ne kadar kalın olursa olsun, bir insanın benimle yüzleşmeyi göze alarak, yüzüme karşı, “Hayır biz Nâzım Dosyamızdaki yanlışları düzelten bir yazıyı yayınlayıp rezil olmaktansa, dergi okurlarının yanlış bilgilerle zehirlenmeye devam etmesini tercih ediyoruz” diyebilmesi olanaksızdı.
Bu yüzden Kocatürk’ün yazıyı okuduktan sonra bir daha karşıma çıkmayı göze alamayacağından neredeyse emindim. O nedenle, o görüşmede, yazıyı okumasından sonra kendisiyle tekrar görüşmek istediğimi belirttim. O an yazıyı okumuş olmadığı için, yazıyla ilgili anlattıklarıma rağmen görüşme talebimi vakur ve gözü pek bir tavırla kabul etti ve “Kaç günde okursunuz?” diye sorduğumda, “birkaç gün içinde” okuyacağını söyledi. “Peki” dedim, “okuduğunuzda bana haber verin, geleyim, görüşelim!” Kocatürk, bunu da kabul etti. “O halde sizden haber bekliyorum” diyerek yanından ayrıldım. Aslında, itiraf etmeliyim ki, ondan haber beklediğimi söylerken, bu söylediğimde samimi olduğum pek söylenemezdi. Söylediğim şeyde ancak binde bir doğruluk payı vardı. Çünkü Kocatürk’ün sözünü tutacağına ve yazıyla ilgili olarak benimle yüzleşmeyi göze alacağına dair beklentim, gökten sütlü kahve yağacağına dair beklentimden fazla değildi.
Nitekim, korkusuz Kocatürk beni asla aramadı ve ben de onu asla aramadım. Kocatürk cevap yazısında bana yazının yayınlanmayacağını bildirdiklerini söylüyor. Yalandır. (Ama yalan olmasa bile, yani kendilerinin yaptıkları hataları düzelten bir yazıyı yayınlamayacaklarını bana bildirmiş olsalar bile, bu, kendileri için zaten yine de yeterince utanç verici olurdu.)
Cevap yazısında Kocatürk, “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı o yazımı, “maydanozluk hali” diye de niteliyor. Yazımın ne olduğu ortaya çıktığına göre; “ortalık yerde adam gibi dolaştıklarını”, “devrimci”, “kuvvacı” ve “delikanlı” olduklarını söyleyenlerin de, ne kadar adam olduğu ortaya çıkmış sayılır.
Kocatürk, cevap yazısında, onu defalarca aradığımı ama çok işi olduğu için bana vakit ayıramadığını da söylüyor. Yalandır. Ama doğru bile olsa, Kocatürk’ün hatası yüzünden okurların yanlış bilgilerle zehirlenmesini önlemek uğruna kendisini defalarca arayan birisine vakit ayıramamakla övünmesi, benim indimde yeterince yüz kızartıcı bir suçtur. Yani ben Kocatürk’ü suçlamak için onun beni aramadığını kanıtlamak zorunda değilim. O beni aramış da olsa, aramamış da olsa, yeterince suçludur. Ben onun beni aramadığını, yalnızca doğruyu kaydetmek için, (doğrudan başka şey söylemek lüksünü ve avantajını kendime asla tanımadığım için) yazdım; Kocatürk’ü batırmak için değil. Kocatürk, zaten, öyle de böyle de batmış.
Doğrudan başka şey yazamayacağım için, o görüşmemizden sonra Kocatürk’ten hiçbir haber alamadığımı ve onu aramaya gerek duymadığımı da belirtiyorum. Peki niçin aramadım? Kibirimden mi? Kibirli bir insan olmadığım biliniyor. (Kocatürk’e bile sayfalarca cevap yazdığıma göre nasıl kibirli olabilirim? Ben kibirlilerin burnunu sürtmekle marufum.) Kibir yüzünden değil, o yazıyı basabileceğine zaten inanmayışım yüzünden Kocatürk’ü bir daha aramadım. Hele beni arama konusunda sözünü tutmadığını da gördükten sonra, Kocatürk’ün demokratlığına nasıl inanabilir ve o yazıyı basacağına nasıl ihtimal verebilirdim? Kocatürk’ün demokratlığına bir nebze inancım kalmış olsaydı; onun iddia ettiği gibi öyle defalarca telefon etmekle filan uğraşmaz, toplum yararı adına kişisel gururu bir yana bırakarak, gidip kendisini buluncaya kadar Kocatürk’ün kapısı önünde yatar, asıl bununla gurur duyardım.
Kocatürk’e teklif ettiğim yazının içeriği, yukarıdaki alıntıların gösterdiği kadarıyla bile, benim toplum yararından yana olduğumu ve Kocatürk’ün topluma verdiği zararı sürdürmekten başka bir şey yapmadığını kesinlikle kanıtlamaktadır. Nâzım Dosyası’ndaki somut maddi yanlışlar konusunda, benim yazımla uyarılmış olmalarına rağmen, Kocatürk ve ekibi (ama özellikle genel yayın yönetmeni Kocatürk) bugüne değin hiçbir düzeltme yapmamış, parmağını bile kımıldatmamış, kurumsal bir dergide maddi yanlışları kurumsallaştırmış, bugün ve gelecekte o dergiyi tüm okuyacakların yanlış bilgiyle zehirlenmesinden yana tavır almıştır. Kocatürk, öyle bir “devrimci”, öyle bir “kuvvacıdır”. Öylesi bir “delikanlı tiyatrocudur”. Yine de, kendisinin ifadesiyle, “ortalık yerde ‘adam gibi’ dolaşmaktadır”. Murathan Mungan’dan her zaman yaptığım alıntıyı tekrarlamak gerekiyor: “Türkiye’de her şey olunur, rezil olunmaz.”
(Bana karşı bir cevap daha yazarsa, Kocatürk, “çağrılmayan Yakup” veya “maydanoz” suçlaması dışında bir yenilik yapıp, Nâzım Dosyası’ndaki –en azından maddi– yanlışları düzeltmek için ne yaptıklarını açıklamalıdır. Hiçbir şey yapmadılarsa, benden ve derginin okurlarından özür de dileyemeyeceğine göre, en azından, bir daha yalancı ve korkakları eleştirmeye kalkışmamalı; hele “özgür ve objektif yayıncılık” konusunda bir daha ağzını bile açmamalıdır. Yoksa enayi yerine koyduğunu sandığı birileri çıkıp ağzına yine acı biber sürecek; ve (Demirkanlı’ya karşı ikinci yazısında belge göstermeye çalışan) Kocatürk, (kimsenin belge gösteremediği Büktel’e karşı belge de gösteremeyeceğine/gösteremediğine göre) ağzı yanmış olarak, yine “Maydanozlar!!! Çağrılmayan Yakup’lar!!!” diye ciyak ciyak bağırmaktan başka hiçbir şey yapamayacak; ve bu kez, bu yazıyı okumuş oldukları için; değil yalnızca tiyatro severlerden, en yakın çevresinden bile, bıyık altı gülümsemeler dışında hiçbir tepki alamayacaktır.)
Kocatürk’ün “Yalancılar, Korkaklar, İftiracılar.. vb.” konusunda yazdıklarına mide gazından ne kadar fazla değer verilebileceği hakkında Okurlar için yeterli veriyi, bu yazıyla, ve yeterli inandırıcılıkla sağladığıma inanıyorum. Tartıştığımız konuda hangimizin toplum ve tiyatro yararından “yana” ve hangimizin toplum ve tiyatro yararına “karşı” olduğu; bu yazıda sunulan belge ve kanıtların ışığında gayet net görülebildiği için; Kocatürk’le yaptığımız, tanığı bulunmayan o kısa görüşmeyle ilgili olarak da, hangimizin yalan söylediğine karar vermek, artık okurlar için gayet kolay olmalıdır. Ve eğer yalan söyleyen ben değilsem, Kocatürk’ün yalancı ve korkakları eleştirmeye hakkı bulunmadığı tüm vicdanlarca onaylanmalıdır. Kocatürk, yalancı ve korkakları eleştirmeyi Büktel gibi temiz ve şaibesiz insanlara bırakmalı, elinin çamuruyla o işlere maydanoz olmamalıdır. Bu gerçeğin yeterince anlaşıldığına inanıyorum.
Ama yine de, bununla yetinecek değilim!
Şimdi, Coşkun Büktel’in markası haline gelmiş (ve son zamanlarda, ne mutlu ki, Yücel Erten tarafından bile, taklit de edilmeye başlanmış) bir yöntemle, Kocatürk’ün yazısını hiç kısaltmadan, cümle cümle aktararak, ona kendi diliyle de (anladığı tek dille de) cevap verelim:
KOCATÜRK’ÜN YAZISINA CÜMLE CÜMLE CEVAPLAR
(Kocatürk’ün yazısını farklı ve koyu harflerle aktarıyor, aralara normal harflerle düzeltme ve cevaplarımı ekliyorum)
“Korkaklar, yalancılar, iftiracılar, hainler ve sanat bezirgânları arasında tiyatro yapmak” başlığıyla bir yazı yazmışım,
N’olmuş? Ben de tutup o başlıkla yazı yazmanın, korkak ve yalancı olma-manın garantisi sayılamayacağını yazmışım. Korkakların ve yalancıların da o başlıkla yazı yazabilecekleri konusunda tecrübelerimi aktararak insanları uyarmış, vatandaşlık görevimi yapmışım. Kuvvacılar öyle yapmaz mı? Vatandaşı uyarmak için illa ki kendi nasırlarına basılmasını mı bekler?
Senin yayınlamayı reddettiğin “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı yazımın “Bir dergi sahibinin ‘ilkel ve iğrenç’ tavrı” başlıklı bölümünde ben Tiyatro Tiyatro dergisinin sahibi Mustafa Demirkanlı’yı da eleştirmiştim. Hem de senin gibi isim vermeden mide gazı kadar hafif ifadelerle değil, kanıt ve belgelerle suçlayarak, eleştirmiştim. Demirkanlı’nın iftiralarını ve cevap hakkı tanımayan antidemokratik sansürcü tavrını (1), kesin delillerle ortaya koyduktan sonra şöyle demiştim:
Dergi sahibi olmanın avantajını düşünülebilecek en ‘ilkel ve iğrenç’ biçimde kötüye kullanan ve her medeni ‘insanın’ kutsal saydığı savunma hakkını bile –mahkeme kararıyla mecbur edilmedikçe- tanımayacağını açıklayan Mustafa Demirkanlı, işlediği bu hukuk dışı ‘yargısız infaza’ karşı, -sayılarının ne yazık ki üçten çok fazla olduğu bu vesileyle bir kez daha ortaya çıkan- ‘üç maymunlardan’ hiçbir tepki görmedi.
(Bakınız: “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı”. Yom Sanat, Eylül-Ekim 2003. Sayfa 26.)
Mustafa Demirkanlı’nın antidemokratik, sansürcü tavrını (1) da yukarıda görüldüğü üzere, isim belirterek, kanıt ve belgelerle eleştiren “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” başlıklı o yazımı; genel yayın yönetmeni olduğun bir dergide reddeden, sansür eden sen; o yazının yazarıyla yüzleşmeyi gözü yemeyen sen; devran değişip Demirkanlı sana da iftira atınca (sana attığı şey iftira mı değil mi, o da pek belli değil ya) şimdi kalkmış “yalancılar, korkaklar, iftiracılar, vb.” hakkında yazı yazıyor, “’özgür, objektif’ yayıncılık” ilkelerinden söz ediyor, “ ‘Özgür, objektif’ yayıncılık, yazılmış bir yazının başına, okuyucuları etkileyecek, durumu hafifletecek bir takım “abidik kubudik” numaralar çekmeye gelmez.” diyorsun. Peki sansür etmeye gelir mi? Derginizde yaptığınız yanlışları eleştiren ve düzelten Coşkun Büktel’in yazısını “bu çağrılmayan Yakup da nereden çıktı?” diyerek hasır altı ya da sansür edip; halkı yanlışlarla beslemek midir “özgür, objektif yayıncılık”?
Sen bir sansürcü olarak, elinin çamuruyla sansürcü Demirkanlı’yı eleştirmeye kalkarsan, birileri elbette çıkıp bu komediye maydanoz olur ve senin o işlere maydanoz olmaman gerektiğini hatırlatır. Sen de elbette susacak değilsin ya, utanacak değilsin ya, özür dileyecek değilsin ya; yapabileceğin tek şeyi yaparak, ciyak ciyak bağırmaya başlar ve Coşkun Büktel’e “maydanoz” demekle, “çağrılmayan Yakup” demekle, “boynu bükülmüş” demekle, yani çığırtkanlık etmekle, pabucu kurtarabilmeyi umarsın. Ama kaç kişi yutar bunu acaba? O çığırtkan tavrının “kuvvacılık, devrimcilik, delikanlılık” olduğuna; (eleştiri yazıları nedeniyle Büktel’den nefret eden) vandallar bile inanır mı acaba?
bakalım bu yazıya hangi “korkaklar, yalancılar, iftiracılar, hainler ve sanat bezirgânları” tepki gösterecek diye beklerken,
Tepkiyi niye sadece onlardan bekliyorsun? Coşkun Büktel faktörünü niye hesaba katmıyorsun? Büktel’in böyle durumlara derhal maydanoz olduğunu ve korkaklarla alçakların tekerine çomak soktuğunu cümle alem bilirken, sen neden bilmiyorsun?
kısacası ben “Bürüksel(!) lahanası” tarlasından yanıt beklerken “maydanoz tarlası”ndan ses yükseldi.
Eee, sen zurna gibi ortaya atılıp yaygara edersen, yarattığın kirliliğe kimin müdahale edeceğine (yani senin deyiminle: kimin maydanoz olacağına) kendin karar veremezsin. Kim çıkarsa bahtına! Vandalların değil ama insanların vatandaşlık görevleri vardır. Coşkun Büktel’in tiyatro alanında vatandaşlık görevlerini ne kadar ciddiye aldığı ise, yazdığı eleştiri kitaplarının yalnızca nesnel ve bilimsel kalitesinden değil, kalınlığından bile anlaşılabilir. Böyle kirliliklere maydanoz olmasa Coşkun Büktel o koca koca eleştiri kitaplarını yazabilir miydi? (“Türk Tiyatrosu’ndan İnsan Manzaraları” Dramatik Yayınlar, 1998. “Yönetmen Tiyatrosuna Karşı / Bir Shakespeare ve Nâzım Hikmet Savunması” Kaknüs Yayınları, 2001. Ve, ‘umarım’ yakında, “Tarih Taksiratınızı Affetsin!”.)
Demek Büktel’in maydanoz olmasına çok şaşırdın! Ama ben senin yarım yamalak, özürlü Türkçe’nle söz oyunu yapmaya kalkışmana hiç şaşırmadım. Ben bunları çok yaşadım. Evet, Büktel’in yazılarına maruz kalanlar, eşekten düşmüş karpuza dönünce, Büktel’in “destursuz”, “düstursuz”, “akılsız”, “mantıksız”, iz’ansız”, “şirret”, “yalan, yanlış”, “eğrik-büğrük”, “narsist meczup”, “zihin ishaline uğramış”, “histerikus kumkumerus”, veya “maydanoz” olduğunu söylemişlerdir. Bunları söylemek kolaydır ama Büktel’e karşı inandırıcı olmak kolay değildir. Büktel’in karşısında, değil Kemal Kocatürk, Kocatürk’ün feriştahları bile (Ahmet Levendoğlu, Yücel Erten, Kenan Işık, Özdemir Nutku, Nurullah Tuncer, vb) inandırıcı olmayı başaramamış, prestijlerini ve iddialarını havlu gibi yere atarak, tartışmadan çekilmek zorunda kalmışlardır. Hele o verdiğim isimler arasındaki en cılız isim olan Nurullah Tuncer, Coşkun Büktel’le tartışmaya bile girememiştir. Herkese cevap yetiştirdiği dönemde, Nurullah Tuncer, Büktel’in Evrensel Kültür dergisinde art arda üç sayı (Temmuz/Ağustos/Eylül, 2003) yayınlanan estetik ve idari eleştirilerine cevap vermeye bile yeltenememiştir. Sonuçta hepsi suspus olmuşlardır. Mumdan yumuşak olmuşlardır.
Herkes bilir: Korkaklar ve yalancılar, meydanı boş bulup korkakları ve yalancıları eleştirmeye kalkarsa (eleştirir gibi yaparak efelik taslarsa) Coşkun Büktel seyirci kalmaz. Herkes bilir ki, Coşkun Büktel’in bir eleştirmen olarak misyonu, sade suya tirit oyun tanıtımları yazmak değil, korkakların ve yalancıların yalanlarını ve tezgâhlarını “isim vererek”, kanıt ve belge göstererek, teşhir etmek; korkakların ve yalancıların “tezgâhına” maydanoz olup, tekerine çomak sokmaktır. O nedenle, yalancılar ve korkaklar Büktel’den daima nefret etmiş, ona “narsist meczup”, “megaloman”, “psişik bir olgu”, “sayrılı ruhsal yapı”, “kuduz”, “şirret” ya da “maydanoz” gibi sıfatlarla, saldırmışlardır. Büktel ise, (yukarıdaki satırlarda da yaptığı gibi) daima, belgeleri onların suratına çarparak cevap vermiştir. Kitapları bunun örnekleriyle doludur.
Ayrıca bu yazı, bazı yayın organlarında lanse edildiği gibi, ne “kendim dışında herkese bir eleştiri” niteliği taşımakta ne de “durduk yerde tesadüfen şimdi sahneye çıkma” hevesimdir. Ben zaten yıllardır sahnedeyim. Bu yakıştırmayı yapanlar nerede? Soru bu olmalı, bu bir. Büyük bir kara çalmanın ardından temize çıkmış bir insanın onur mücadelesini, yeri gelmiş bir açıklama ve hesap sormayı, “kendi dışında herkese bir eleştiri” diye açıklamak, hakkımda kendilerinin de ortak olduğu yapılmış yayınları objektif gazetecilik anlayışının neresine koyduklarını, “özgür, objektif” yayıncılık yapanların hangi ilkelerine sığdırdığını da sormadan edemiyorum, bu da iki.
Ne dediğin belli değil, bu da üç. O özürlü Türkçe’nle yazar olunmaz, bu da dört. Meramını bile anlatamıyorsun; ama tiyatro yapıyor, hatta oyun bile yazıyorsun. Bu da beş.
“Özgür, objektif”yayıncılık, yazılmış bir yazının başına, okuyucuları etkileyecek, durumu hafifletecek bir takım “abidik kubudik” numaralar çekmeye gelmez. Benim eleştirilmeme değgin onca haberin önüne hiç böyle numaralar çekmeden yazıları yayınlayıp, bana gelince önüne “yumurtalı, peynirli, maydanozlu” yakıştırmalar yapmak da ayıptır, bu da üç!
Demirkanlı’yla ya da diğer sansürcülerle (Orhan Alkaya, Macit Koper, Mehmet Atak, vb) aranızdaki kayıkçı kavgası beni hiç ilgilendirmiyor. Sen de onlar kadar sansürcüsün! Birbirinizden farkınız yok! İktidarların ürettiği suni isimlersiniz. Ardınızda iktidar desteği olmadığında, gerçek boyutunuza, yani sıfıra indirgenirsiniz. İktidara (veya muhalefete) yaslanmadan, tek başınıza ayakta ve hayatta kalabilme yeteneğiniz sıfırdır. Açlığa, soğuğa, maaşsızlığa, mecbur edilmedikçe, tahammülünüz yoktur. Açlığı, soğuğu, maaşsızlığı, tehdit olarak önünüze sürdüklerinde direnebilme gücünüz; kendi iradenizle, sırf ahlaki bir seçim olarak, maddi sefaleti manevi sefalete yeğleyebilme gücünüz; sıfırdır. Manevi sefalete “aslanlar gibi” dayanır; maddi sefalete, mecbur edilmedikçe, katlanamaz, eğilir, bükülür, “çığlık”ı koyverirsiniz. Güç odaklarının bayıldığı, kolay şekil verilen malzemelersiniz. Bir dönem senin gibileri kullanırlar; bir dönem “yalancı, korkak, iftiracı” dediğin gibileri. Merak etme, artık yeniden iktidardasınız. Karşındakilerle (Demirkanlı’yla bile) çabucak uzlaşırsınız. Aynı hamurdansınız.
Dünyanın tüm sansürcüleri, yiyin birbirinizi! Umurumda değilsiniz. Sansürcüleri sansürcülere karşı savunmak!.. Benim maydanoz olmamam gereken asıl konu, bu... Ama sansürcülerden biri, senin yaptığın gibi, bu kavga sırasında, insanlara “özgür, objektif yayıncılık” dersi vermeye kalkarsa, ben derhal maydanoz olur; adamın ağzına acı biber sürerim. Bunu iyice kafana sok da, maydanoz tarlasından ses yükseldiğinde, bir daha şaşırma!
Doğru söylüyorsun. Demirkanlı’nın yazdığın yazıya yaptıkları, bir demokratlık ayıbıdır. Ama hiç değilse, o sitede sana bu ayıbı eleştirme şansı vermişler. Sen iktidardayken, o kadarcık bile demokrat olabildin mi? Size soru sordu diye Mehmet Atak’ı kurumdan attınız! (2) Onu gerçekten işe yaramaz olduğu için (ve tabii sana “iznin var mı?” diye soru sormadan önce) atsaydınız, aferin bile diyebilirdim size! Ama tabii, o zaman bile, bir başka soru, senin ne kadar işe yaradığın sorusu, çıkardı ortaya. Tuncer’in ne kadar işe yaradığı sorusu çıkardı ortaya. İktidarın işine yaradığınız belli de, tiyatroya ne kadar yaradınız? Patronuna sor bakalım: Önce Kaşgar’ın 31. sayısında ilk bölümünü (Ocak-Şubat 2003); daha sonra, Evrensel Kültür dergisinde, üç sayı art arda, (Temmuz/Ağustos/Eylül, 2003) üç bölümünü birden yayınladığım Necip Fazıl yazımı (Necip Fazıl’ın “Çilesi” Bitmiyor) neden cevaplayamamış? O yazıda kendisine yönelttiğim idari ve estetik eleştirilere karşı, neden susmak zorunda kalmış? “Bir Adam Yaratmak”ın dekorcusu ve genel sanat yönetmeni o değil miydi? O dönemde saçma sapan suçlamaları kahramanca cevaplıyordu. Büktel’in karşısında neden suspus oldu? Cevaplanmaya değer tek yazıyı neden cevaplayamadı. O yazıdaki idari suçlamaları sen niye cevaplayamadın? Dilin nereye kaçmıştı?
Kendini 3. Richard ile Kazıklı Voyvoda arasında bir şey olarak gördüğün için, sen karşındaki sansürcülerden bile daha betersin. Şehir Tiyatrosu’nu babanın çiftliği olarak gördüğün için, senden iyileri içeri sokmamaya çalıştın. Onlara “Çağrılmayan Yakup” dedin. Ben, İstanbul Şehir Tiyatrosu repertuarında iki oyunu bulunan ve bir oyunu (şöyle veya böyle ama Şehir Tiyatrosu’nun en büyük sahnesinde) oynanmış bir yazar olarak, tiyatronun protokolündeydim. Her galaya çağrılıyordum. O protokole girme hakkını, ona buna ya da belediyeye yalakalık ederek değil, yedi yılda yazdığım "Theope" adlı oyumum sayesinde elde etmiştim. Senin iktidarda bulunduğun dönemde (Nurullah Tuncer döneminde)(acaba hangi nedenle dersin?) protokolden çıkarıldım ve çağrılmayan Yakup oldum. (Bu yazıyı bitirmeye yakın haber aldığıma göre, Nurullah Tuncer makam koltuğuna yeniden oturtulmuş. Anlaşıldı, neden horozlandığın!)
Ben, çağrılmamayı hiç umursamadan, gitmek istediğim (ki çok enderdir) oyuna veya galaya gitmenin bir yolunu her zaman buldum. Ama beni çağırmayan sen, beni çağırmamakla övünen sen, galalarında tiyatro seyretmeye Büktel’den daha layık bir salon dolusu insanı bir kez olsun bulabildin mi?
Senden iyiler içeri girecek diye ödün koptuğu için, senin genel yayın yönetmenliğinde çıkan Şehir Tiyatrosu dergisini kifayetsiz insanların somut yanlışlar bakımından hayli zengin ama içerik bakımından mide gazı kadar hafif yazılarıyla doldurdun. Bir Nâzım Dosyası yaptın; dosyaya koyduğun yazıların hepsi yalan yanlış bilgilerle doluydu. Büktel’in o yazılardaki somut yanlışları bir bir saptayan yazısını ise “çağrılmayan Yakup” sayarak reddettin. Dergiyi okuyan ve okuyacak olan binlerce insanın dezenformasyona uğramasına çanak tuttun. Bir Coşkun Büktel yazısı yayınlamamak için, o kurumsal dergideki somut yanlışların düzeltilmeden kalmasını, “kurumsallaşmasını” tercih ettin. Dezenformasyonu kalıcı hale getirdin. Dergiyi okuyanların ve okuyacakların yanlış bilgiyle zehirlenmesini, aldanmasını umursamadın. Yani “Özgür, objektif yayıncılık” konusunda, boyunca pisliğe battın. Buna rağmen “Özgür, objektif yayıncılık” konusunda eleştiri yazman ayıp değil mi? Asıl ayıp o değil mi? O konularda yazmayı Coşkun Büktel gibi “lekesiz ve şaibesiz” insanlara bırakman ve o konulara hiç maydanoz olmaman daha münasip değil mi? Bak ötekiler konuşabiliyor mu? Sen de susacaksın! Ya suspus olacak, ya da daha beter batacaksın! Mumdan yumuşak olacaksın!
Ayrıca sayın Coşkun Büktel, benim “Korkaklar, yalancılar, iftiracılar, hainler ve sanat bezirgânları arasında tiyatro yapmak” başlıklı yazımın yayınlandığı internet sitelerinden olan http://www.sehirtiyatrolari.com/ sitesi, şehir tiyatrolarının resmi sitesi değildir, bilginize, bu da dört.
Hay allah, tersi sitenin hiçbir yerinde belirtilmediği halde, “sehirtiyatrolari.com” sitesini Şehir Tiyatroları’nın sitesi zannetmem ne büyük dangalaklık. Utancımdan sokağa da çıkamam ben artık. Bana iyi bir ders verdin, bravo Kocatürk!
Şimdi asıl konuya gelelim; Coşkun Büktel, Şehir Tiyatrolarının yayın organı olan “Türk Tiyatrosu” dergisinde, ki bu dergi belli zamanlarda inkıtaa uğrayarak Ertuğrul Muhsin’den bu yana gelen bir dergidir, bana getirip yayınlamamı istediği bir yazı vardı.
Demek yalan söylememişim. Gerçekten sana getirmişim o yazıyı.
Meğer ben bu dergide bu yazıyı yayınlamamışmışım(!) da
Yani aslında yayınlamış mıydın? Yoksa yayınlamamış olman, yani okurların yanlış bilgiyle zehirlenmeye devam etmesi doğrultusunda karar alman, veya “almanız”, önemli mi değil?
o yüzden boynu bükük kalmışmış(!) anladığım kadarıyla.
Yani anladığın kadarı bu mu? Senin zekânın anladığı kadarı ancak bu mu? Boynumun bükük kaldığını anladın, öyle mi? Sanırım benim yazımdan, boynumun bükük kaldığını anlayan yeryüzündeki tek ileri zekâlı sensin. Türünün tek örneğisin! Sanırım, tiyatroyu da ancak bu kadar anladığın, bu zekâyla yaptığın için, yurtdışında oyun yönetmen ancak iktidardayken mümkün olabiliyor. (Yakında yine Bosna mı olur, Makedonya mı olur, Romanya mı olur, —ama kesinlikle Comedie-Francaise olmaz— karşılıklı değiş tokuş ayarlayarak, bir yerlere gidip oyun yönetir ve Türk zekâsını dışarıda temsil edersin!) Neyse, okurlar senin zekânın “anladığı kadarıyla” yetinmek zorunda değil. Onlar, hatta vandallar bile, anlaşılması gerekeni anlamışlardır.
Onun için de beni “Korkak ve Yalancı” sıfatlarını üstlenmem konusunda, onu, yazımın gazının hafifliği ile ilgilenmek zorunda bırakmışmışım(!).
(?!?!)
Öncelikle bunun için özür dilerim.
Ne kadar alaycısın! Yerin dibine geçirdin, yerle yeksan ettin beni!
Sizi bunca işinizin arasında bir de benim yazım rahatsız etmiş.
Ben senin gibi “meşgul adam” pozlarına girmeye asla tenezzül etmedim. Ben burnunu havaya kaldırarak “meşgul adam” pozlarına girenlerin burnunu sürtmekle marufum. Bak, örneğin, “Türk Tiyatrosu’ndan İnsan Manzaraları” sayfa 383.
Ama yine de alçak gönüllü bir davranış göstermişler, sağ olsunlar, var olsunlar. Kendileri benim belirttiğim sıfatların hiçbirini, yani “korkaklar, yalancılar, iftiracılar, hainler ve sanat bezirgânları” bölümlerinden hiçbirini yakıştıramamış kendisine.
Sen de yakıştıramamışsın ki, beni suçlamak için “maydanoz” ve “Çağrılmayan Yakup” kavramlarına sarılman gerekmiş. “Korkaklar, yalancılar, iftiracılar, hainler ve sanat bezirgânları” gibi sıfatları yalnız sen değil, hiç kimse yakıştıramadı/yakıştıramaz bana. Yapıştırabilirler belki ama yakıştıramazlar. O sıfatlar benim üstümde eğreti durur. İnandırıcı olmazlar. Ama belgeler, ilk ikisine, senin çok yakıştığını kanıtlıyor. Belgeler, “desteksiz lakırdılar” gibi değil. Belgeler, inandırıcı oluyor.
Buna karşın, her ne hikmetse, yazımın onda, “Kocatürk’ün mide gazı kadar hafif yazısı” başlığıyla bir yazı yazma gereği duyurtması kadar da “maydanozlu” bir hassasiyet hissettirmesi, kendilerinin bu bağlamda, bir yer, yeni bir sıfat arayışı hissetmesine katkıda bulunmamak da benim için ayrı bir görgüsüzlük olur kanısındayım.
Bu “zalimce” alaylarınla bitirdin beni! Yok ettin, unutturdun, geçersiz kıldın Nazım Dosyası’nda gösterdiğim kepazelik belgelerini.
Üzülmeyin, türkçenin geniş denizinde size de kayığınızı yüzdürecek bir yer, bir sıfat bulunur sayın Coşkun Büktel.
Yok yok, ben üzülmeye devam edeyim. Ama sen, yüzün tutar da bir daha yazarsan, yazında bu “zalimce” alayların yerine, Nâzım Dosyası’ndaki maddi yanlışların okurları zehirlemesine bir genel yayın yönetmeni olarak neden göz yumduğunu inandırıcı biçimde açıkla, olur mu? Bak bunu yapabilirsen, yani bana karşı inandırıcı olabilirsen, beni en “zalim” biçimde alaya almış, hatta kepaze etmiş olursun. Ben öyle yapıyorum. Belge ve kanıtlara dayandığım için boş konuşmuş, ağzımdan osurmuş olmuyorum. Başarımın bütün sırrı, bu: Samimi ve inandırıcı olmak... Ağzımdan çıkan her sözün samimi ve inandırıcı olmasını koşul saymak... Böyle yapmasam, belgelere dayanmasam, inandırıcı olmasam var ya; hem İsa’nın hem Musa’nın tarafında edindiğim onca husumet en küçük açığımı beklerken, alimallah, ben de çoktan kepaze olurdum.)
Hülâsa ben Coşkun Büktel’i tanımam. Orada burada birkaç yazısını okumuşluktan ve bulaştığı polemiklerden gayrı.
Ben, seni o kadarcık da tanımam ama insanları tanımadığımı söyleyerek kendime paye çıkarmaya ihtiyacım olmadığından, yazımda seni tanımadığımı söyleyerek böbürlenmek gibi bir çiğliğe kalkışmamıştım. Birbirimizi tanıyıp tanımayışımızın konumuzla bir ilgisi olsaydı bile, ben, seni tanımadığımı söylemeye gerek duymazdım. Ayrıca gerçek tiyatroculara, Coşkun Büktel’i tanıma-makla övünmek değil, tanımakla övünmek yaraşır. Senin gibiler çoğunlukta olsa da ―yoksa tiyatromuz bugünkü pespaye duruma nasıl düşebilirdi?― Coşkun Büktel’i tanımakla övünen tek tük tiyatrocular yine de var, neyse ki…
Kendisinin de beni, “çamur at izi kalsın” şeklindeki “genellemeciler” gibi tüm yöneticilik yapmış ve yapacak olanlara yapıştırdığı ortak yaftadan gayrı tanıdığını da pek sanmam.
Seni hiç tanımıyor değilim: Yönettiğin “Hırçın Kız”ı galasında seyrettim. Sıkıldığım için yarıda çıktım. Tanığım var: Nazan Keskiner.
Bana o yazıyı getirdiği günkü dışında, ki, o yazı da başka bir “maydanozluk” halidir,
Şimdi herkes o yazının ne olduğunu öğrendi. http://www.coskunbuktel.com/ ’da yazının aslını da okuyacaklar. Bence, o yazıya tüküren herkes, fırtınaya karşı tükürmüş olacak; tükürüğü dönüp kendi suratına sıvazlanacak.
o güne kadar herhangi bir yüz yüze gelmişliğimiz de yoktur.
Peki vardır diyen oldu mu? Ben yazımda seninle her gün yüz yüze geldiğimi mi söyledim? Seni tanıdığımı mı söyledim? Hayır! Öyleyse tanışıyor veya tanışmıyor olmamızın konuyla ne alakası var? Ne demeye çalışıyorsun? Kendini benim hayatta yüz yüze geldiğim en mühim şahsiyet mi sanıyorsun? Durumun o kadar vahim değilse ne demek istiyorsun? Beni tanımadığını niçin söylüyorsun? Seni tanımadığım halde, çağrılmadan gelip, yönettiğin Şehir Tiyatrosu dergisine (“Türk Tiyatrosu”) dosyanızdaki yanlışları düzelten bir yazı önermemi niçin anormal buluyorsun? O dergiye yazı önermek için seninle tanış olmak mı gerekiyor? O dergide ancak senin “ahbap çavuşların” mı yazabiliyor?
Dergiye yazı kabul ederken, yazının değerini değil de, yazarının senin tarafından tanınmasını ölçüt aldığın için mi, Nâzım dosyasını yalan yanlış bir sürü zırvayla doldurdunuz? Bu kafayla, bu zekâyla tiyatroyu nereye götürebilirsiniz?
“Türk Tiyatrosu” dergisinin oluşumunda her zaman bir yayın kurulu vardır ve derginin o sayısının içeriğine aylar öncesinden bu kurul karar verir –ki dergi üç ayda bir çıkar- ve ona göre de dosyalar oluşturarak yayına hazırlanılır.
O dosyaların ne mene şeyler olduğunu okurlar artık biliyor.
Bu dosyalar bağlamında da bazı konular belirlenir ve o konular hakkında bazı yazarlardan konuyla ilgili yazı ve görüşler istenir.
Kimlerden yazı ve görüş istediğinizi okurlar artık biliyor. Cehaleti ve tanışık olmayı “olmazsa olmaz” bir ölçüt saydığınızı okurlar artık biliyor.
Yani bu iş bir tür önceden belirlenmiş sipariş verme usulü ile işler.
Yani sırf o yüzden mi yayınladığınız somut bilgi yanlışlarını bile, daha sonra düzeltmeye hiç yanaşmazsınız. O yüzden mi, maddi bilgi yanlışlarınızı gösterip sizi uyaran bir yazının yazarını, “bu çağrılmayan Yakup da nereden çıktı?” diyerek hiç takmadınız? Sırf o yüzden mi Nâzım Hikmet hakkındaki yanlışların sürmesinden, yerleşmesinden ve halkın zehirlenmesinden yana tavır aldınız? Halka karşı tavır alanların, ortalık yerde “adam gibi” dolaşmasına sence kimse maydanoz olmamalı mı?
Halka karşı tavır alanların “kuvvacıyım”, “devrimciyim”, “delikanlıyım” diye naralanmasına kimse maydanoz olmamalı mı?
O sıraladığın bahaneleri (yok yönetim kuruluymuş, yok sipariş usulüymüş, yok üç ay önceden karar veriliyormuş) Coşkun Büktel’le yaptığınız görüşmede Büktel’in yüzüne söyleseydin ya? Gerçi yalan söyleme özgürlüğüne sahip bir insan olarak, bunu o görüşmede yüzüme de söylediğini iddia edebilirsin. Nasılsa görüşmemizin bir tanığı yok. Ama eğer yüzüme karşı o bahaneleri sıralasaydın, yazımı sana asla bırakmayacağımı herkes tahmin edebilir. Çünkü yazı bırakmak konusundaki tavrımı Tiyatro Tiyatro dergisinin sahibi Mustafa Demirkanlı’yla yaptığım bir görüşmede kanıtlamıştım. O görüşmenin tam metni,”Yönetmen Tiyatrosu’na Karşı” (Kaknüs Yayınları, 2001) adlı kitabımın 312. sayfasında kayıtlıdır ve doğruluğu Demirkanlı’nın sessizliğiyle onaylanmıştır.
Demirkanlı’yla yaptığım o telefon görüşmesinin metni benim, yayınlamayacaklarını bildiğim halde, yazılarımı, yazılarımda eleştirdiğim dergilere “öncelikle” götürdüğümü ama o dergilerin yöneticilerini boşu boşuna beklemektense, ret cevabını onların ağzından “bir an önce” almaya nasıl uğraştığımı kanıtlamaktadır. Bahaneler yerine net olarak bir ret cevabı (net bir ret) talep ettiğimi, ipe un sermeleri kabullenmediğimi ve net bir ret aldıktan sonra ise ısrarı sürdürmeden diyaloğu anında kestiğimi de kanıtlamaktadır. Öyleyse alıntı yapalım:
(Ahmet Levendoğlu’nun Tiyatro Tiyatro’da çıkan bir yazısı hakkında isim vererek Levendoğlu’yu suçlayan ve “Fikir ‘Yürütmek’” başlığını taşıyan bir yazı yazmış ve Tiyatro Tiyatro’ya bırakmıştım. Demirkanlı’yla telefonda o yazıyı konuşuyoruz)
“Coşkun, sen istersen bu yazıyı başka bir yerde yayınla!”
“Neden?”
“Çünkü biz bir özel sayı yapmaya karar verdik.”
“Fark etmez ki!… Benim yazımı isterseniz özel sayıda da yayınlayabilirsiniz. Bütün yazıların özel olması gerekmez. Hem zaten bu, sizin derginizle ilgili bir yazı.”
“Tabii de sen acele ediyorsun; oysa biz biraz gecikeceğiz. Eylül-Ekim sayısını bir arada çıkarmayı düşünüyoruz.”
“İstediğiniz kadar gecikin! Ona karışmam. Yalnız, bana yazıyı yayınlayacağınızı bildirin, yeter. Sizi beklerim. Çünkü bu yazının mantık gereği sizin derginizde çıkması gerek.”
“İşte ben bu yazı için şu an cevap veremiyorum. Çıkacak yada çıkmayacak diyemiyorum.”
“Mustafa, alla’şkına, böyle bir şey olabilir mi? Ben sizden zaten yazıyı yayınlamanızı değil, evet yada hayır demenizi bekliyorum. Bir yazıyı yayınlayıp yayınlamayacağınıza beş günde karar veremiyor musunuz? Yayınlamayacaksanız, doğru dürüst yayınlamayacağım deyin!”
“Pekala, yayınlamayacağım!”
“Yayınlamayacak mısın?”
“Yayınlamayacağım!”
“Hah, şöyle!… Teşekkür ederim.”
(Coşkun Büktel, “Yönetmen Tiyatrosu’na Karşı” Kaknüs Yayınları, 2001. Sayfa 312.)
Görüldüğü üzere, ben, eleştirdiğim dergi yöneticilerinden (sana verdiğim yazıda seni de ‘adını vererek’ eleştiriyordum) bir an önce net bir ret almaya çalışırım. Sana yazının eleştirel içeriğini o yüzden anlatmıştım. Yukarıda sıraladığın bahaneleri (yok yönetim kuruluymuş, yok sipariş usulüymüş, yok üç ay önceden karar veriliyormuş) o günkü görüşmede yüzüme söylemiş olsaydın, sana da Demirkanlı’ya yaptığımı yapardım. Ama sen bana sadece yazının eleştirel içeriğinden korkmadığını söyledin. Yazıyı okuduktan sonra beni arayacağına söz verdin. Bu yönetim kurulu ve sipariş mavallarını okumak o gün aklından bile geçmiyordu. Yazıyı sana o yüzden bıraktım.
Coşkun Büktel’e de ne kimse bir sipariş vermiş ne de konuyla ilgili engin bilgisine başvurulmuş.
Bunları o gün yüzüme söyleseydin ya!.. Coşkun Büktel’in engin bilgisiyle alay etmeyi o gün akıl edebilseydin ya!.. Demek Nâzım Tiyatrosu hakkında 360 sayfalık koca bir kitap (“Yönetmen Tiyatrosu’na Karşı / Bir Shakespeare ve Nâzım Hikmet Savunması”, Kaknüs Yayınları, 2001.) yazmış olan Büktel’in engin bilgisini önemsemediğin için, Coşkun Büktel’e başvurmayı düşünmedin. Büktel’in yerine Ali Taygun’un “engin bilgisine” başvurmayı tercih ettin. 1948 tarihli Nâzım oyunu “Ferhat ile Şirin”in, 1926 tarihli O’Neill oyunu “Strange Interlude”dan (“Araya Giren Garip Oyun”) daha önce yazıldığını öne süren ve bu yanlış bilgiye dayanarak Nâzım’ın öncü olduğunu kanıtlayıp(!) ona övgüler düzen Ali Taygun; sizin derginin evlere şenlik, derme çatma, gecekondu kriterlerine daha uygun düşüyordu, değil mi? O yüzden Coşkun Büktel’in engin bilgisiyle alay ediyor, adını bile doğru yazabilmesine hayret edilmesi gereken Ali Taygun’un “engin bilgisine” başvuruyorsun! Türk tiyatrosunun sorunlarını tartışanlar, tartışmayı işte tam bu noktadan başlatmalılar. Tartışmada ilk olarak şu soruyu cevaplamalılar: Bilginin yalnızca kartvizit ve unvan sahiplerinde bulunduğunu sanan; kartvizit ve unvan sahibi olmayanları çağrılmayan Yakup diye adlandıran bu “kafadan”, bu “zekadan”, tiyatroyu nasıl dezenfekte ederiz?
Çünkü “bu kafa”, “bu zeka”, tiyatroyu ve Türkiye’yi AKP’ye teslim etme noktasına getirdi. Ödenekli kurumlarımızı yönetmesi için, her dönemde bu kafalar, bu zekalar tercih edildiği için; kendilerinden iyileri içeri sokmayan (hatta dışarı atmaya çalışan) bu kafalarla, bu zekalarla, bugün vardığımız acıklı aşamaya gelindi. Bu acıklı aşamada, artık bu kafalar, bu zekalar bile, ortalık yerde “adam gibi” dolaşabiliyor; kendilerini “devrimci” diye, “kuvvacı” diye, “delikanlı tiyatrocu” diye lanse edebiliyor.
Devrimciymiş!.. Kuvvacıymış!.. Brüksel lahanalarına karşıymış!.. Brüksel lahanalarına karşı çıkmak, öyle sırtını Ankara lalelerine dayamaya çalışarak olmaz. Büktel gibi yapacaksın! İsa’ya da Musa’ya da yaranmaya çalışmayacaksın! Tek başına kalmayı göze alacak, arkana birilerini takmaya çalışmayacaksın! Senin gibi çok kuvvacı gördük. Ankara’da “Kuvâ-yi Sahne” diye dergi bile çıkardılar. Rakiplerinin isimlerini verip kendi isimlerini saklayarak, osuruktan daha hafif bir sürü yazılar yazdılar. Ömürleri de ancak osuruk kadar oldu. O yüzden öyle, “kuvva” “kuvva” diye guruldanarak arkanda kuvâ-yi milliye varmış gibi Atatürk pozlarına girip kendini maskara etme! Sen Kocatürk’sün, Atatürk değil. Karıştırma!
Brüksel lahanaları ve Ankara laleleriyle baş etmeyi de senin bile korkak ve yalancı diyemediğin Büktel’e bırak! Onur mücadelesi gibi işlere maydanoz olmak, Büktel’i tanımamakla, Büktel’e başvurmamakla gururlananların; Büktel’i sansür eden “delikanlıların” harcı olamaz!
“Çağrılmadan gelen Yakup” misali bir gün çıkıp “benim böyle bir yazım var ve bunu yayınlar mısınız” demiş.
Bir türlü anlamıyorum, bunda ne tuhaflık var?! Sizin babanızın çiftliğine değil de, halkın Şehir Tiyatrosu’na ve üstelik o tiyatronun repertuarında iki oyunu bulunan ve bir oyunu (şöyle ya da böyle ama en büyük sahnenizde) “seyirciye sunulmuş” bir yazar sıfatıyla geldiğime göre; bir türlü anlamıyorum, bunda ne tuhaflık var? Benim oraya gelişimde “çağrılmadan gelen Yakup” diye adlandırılmamı gerektiren tuhaflığın ne olduğunu ya sen anlatamıyorsun ya ben anlayamıyorum. İkimizden biri kesinlikle geri zekâlı olmalı!.. Gelmem o kadar tuhafsa, beni kabul etmezdin, olur biterdi. Bana asıl tuhaf gelen şey, hem o gün beni kabul edip hem de sonradan çağrılmayan Yakup diye adlandırman… Tamam çağrılmadığım doğru da, Yakup neyin nesi oluyor? Ne anlamalıyız bundan? Senin şiir okuyan biri olduğunu mu? Konuyla ne alakası var? Yanlışlarınızı gösteren ve düzelten bir yazı önermek için, hatta herhangi bir tiyatral konuda herhangi bir yazı önerebilmek için, Şehir Tiyatrosu’nun dergisine ―sizin değil, halkın Şehir Tiyatrosu’nun dergisine― çağrılmam mı gerekiyordu?
Aynen onun (Yani Büktel’in) belirttiği şekilde gelişmiş bir ilişki şeklidir.
E, öyleyse sorun ne?
Ne diyor bakınız
Hadi bakalım:
“Her zamanki gibi, yine isim vererek yazdığım eleştiri yazılarımdan birini, (“Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı”) yönetici olduğu dönemde Şehir Tiyatrosu dergisinde yayınlanması talebiyle Kocatürk'e de götürmüştüm. Kocatürk yazıyı teslim aldı ve birkaç gün içinde okuyacağını söyledi. Okuduktan sonra bana telefon edecekti ve yazı üzerinde görüşecektik. Kocatürk sözünü asla tutmadı.” diyor ama bu söylediği ya “yalan” ya da hafıza bulanıklığı.
O görüşmenin tanığı bulunmadığına göre kimin yalan söylediğine, bütün öbür verileri değerlendirerek, okurlar kendileri karar verecek.
Ben, kendisinin de belirttiği gibi, yazıyı yayınlamakla ilgili kendisine bir söz vermiş değilim, veremem de.
Senin de belirttiğin gibi ve yukarıda yaptığın alıntıdan da anlaşıldığı gibi, ben zaten senden yazıyı yayınlaman konusunda söz istemiş değilim ki… Ben senden yazıyı birkaç gün içinde okuman ve daha sonra yazı üzerine benimle görüşmen konusunda söz almış, yazıyı sana o yüzden bırakmıştım.
Çünkü, bu yazıyı ben ve yayın kurulunda ki diğer arkadaşlarım da okumalı ve öyle karar verilmeli.
İyi ya işte. Ben de okuyun, sonra görüşelim, demişim. Sen de bunu kabul ettiğin için yazıyı sana bırakmışım. Ama sen, öyle bir yazıyı yüzüme karşı reddedemediğin için, yazıyı okuduktan sonra beni görüşmeye çağırmamışsın. Ben de, her şey tam tahmin ettiğim gibi geliştiği için, seni çok da fazla beklemeden, yazıyı götürüp Yom Sanat dergisinde yayınlamışım. Bana verdiğin sözü tutmayışın, benimle yüzleşmeyi göze alamayışın; (senin gibilerin mayasını iyi bildiğimden) seninle ilgili beklentime tamamen uyduğu için, bana gayet doğal gelmiş ve konuyu yazmaya kalkışmamışım. Ama sen yıllar sonra kalkıp, yalancı ve korkakları eleştirme hakkını kendinde bulunca, kısa bir yazıyla, hoop diyerek, o işlerin sana düşmediğini, senin harcında o işlerin gerektirdiği niteliğin bulunmadığını, o işlerin sana kalmadığını hatırlatmışım. Hatırlayıp sussaydın, başına daha büyük dertler açmamış olacaktın. Ah, o kafa! Ah, o zekâ!
Ki onlar da okudular. Bu yazının çıkacak olan sayımızda yerinin olamayacağı görüşüne vardık.
Yani yazıda gösterdiğim maddi yanlışların bile düzeltilmeden kalması, tüm yanlışların o kurumsal dergide kurumsallaşması, bugün ve gelecekte okurların o yalanlarla aldatılması gerektiği görüşüne vardınız. Aferin hepinize! AKP sizden iyisini bulamaz!
Bu görüşü de kendisinin sürekli bizi telefonla aradığı bir sırada kendisine ilettik.
Sizi telefonla sürekli niye arayayım? Daha önce yaptığım gibi, Çağrılmayan Yakup gibi, çıkıp gelirdim. Evim Cihangir’deydi ve her gün spor olarak Maçka’ya koşup geriye dönerken tiyatronun önünden geçmekteydim. Yanlışlarınızı düzelten yazımla ilgili olarak yönetim kurulunuzun vardığı o yüz kızartıcı “görüşü” bana ilettiğiniz de, yalan. O kadarına bile cesaret edemediniz. Bana hiçbir şey iletmediniz. Ben iletmediğinizi kanıtlayamam. Çünkü iletilmeyen şeyler kanıtlanmaz. İlettiyseniz, siz ilettiğinizi kanıtlamak zorundasınız.
Çünkü “Türk Tiyatrosu” dergisi, türlü isimler verilerek, satır aralarında sürekli karşısındakini yanıtlar vermeye çağıran “polemik” üsluplu bir dergi değildir.
Ben kimseyi yanıtlar vermeye çağırmadım. Yanlışları gösterdim. Nâzım’ı asılsız payelerle övmenin Nâzım’ı sevindirmeyeceğini Nâzım’ın kendi sözleriyle belgeledim. 1948 tarihli “Ferhad ile Şirin”in 1926 tarihli “Strange İnterlude”dan daha önce yazıldığını öne sürüp Nâzım’ın öncülüğünü kanıtlamaya çalışanların bana cevap verebilmesi ihtimali yoktu. Nitekim, yazı Yom Sanat’ta yayınlandığı zaman hiçbiri cevap veremedi. Verdilerse göster.
Yanlışlarınızı düzelten bir yazıyı “polemik üsluplu” bahanesiyle hasır altı edip yanlışları kurumun dergisinde kurumsal hale getirmenin; Türkiye’nin bugünkü düzeninde (Coşkun Büktel’in yazılarına muhatap olmaktan başka) hiçbir yaptırımı yok. Ama Büktel’in yazıları ve kitapları yeterli. Büktel’in kitapları sayesinde, tarih taksiratınızı affetmeyecek.
Bu güne değin, en azından genel yayın yönetmenliğini benim yaptığım dönemde, bu şekilde “maydanozca” gelen yazılara açık bir dergi olmadığını o günde bir kez daha göstermiştir.
Evet, senin döneminde derginin ne tür yazılara “açık” olduğunu Nâzım Dosyası göstermiştir. Ne tür yazılara “açık olmadığını” ise, “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve ‘Üç Maymun’ Tavrı” adlı yazım göstermektedir. O yazıyı eninde sonunda çıkacak olan “Tarih Taksiratınızı Affetsin” adlı kitabımda veya www.coskunbuktel.com ’da okuyacak okurlar, senin hangi yazılara geçit verip, hangilerine vermediğini, daha da net görecekler. Yalnız bugünkü okurlar değil, yarınkiler de görecek. Tarih taksiratınızı affetmeyecek.
Kendisine telefonda yapılan bu açıklamadan sonra birkaç kez benimle görüşmek istemiş
Yalan!
ama benim o dönem fazla meşgul olmamdan
Bu bile yalan kokuyor. Samimi olmadığın üslubundan bile anlaşılıyor.
kaynaklı olarak görüşememesini “korkaklık” olarak betimliyorsa, bu korkaklık değil olsa olsa “maydanoz” meraklısı olmadığımın o günlerden bir göstergesi sayılmalıdır.
Ne meraklısı olduğun Nâzım Dosyası’nda görülüyor. Tarih taksiratınızı affetmeyecek!
Coşkun Büktel! Şimdi soruyorum “yalancı” kim? “korkak” kim?
Bu soruların cevabı birinci yazımda bile, o kısa yazıda bile, gayet net anlaşılmıştı. Hele bu yazıdan sonra, sen bile anlamış olacaksın!
Senden ve yazılarından neden ve ne için korkayım! Korkmam ve bu konuda yalan söylemem için çıkarım ne olabilir?
Mesela, yönettiğin derginin Nâzım Dosyası’nda neler zırvalandığını örtbas etmek istemeni göstersem, yeterli olabilir mi? Belediyedeki velinimetlerinin, o dosyadaki zırvalara uyanmasını engellemek istemeni göstersem yeterli olabilir mi?
Türk tiyatrosu için verdiğin emeği anlıyor ve bu emeğin kutsallığı konusunda en ufak bir şüphem dahi olamaz
Sus! Allah adamı çarpar!
ama verdiğin emeğin karşılığını bulamamış, hayal kırıklığına uğramış olman, hıncını
Benim kimseye bir hıncım yok. Türkiye’de, hiç değilse gelecekte, doğru dürüst tiyatro yapılabilmesi için, yanlışları ve yanlış insanları teşhir ederek, sağlam bir zemin oluşturmaya çalışmak; tarlayı sürerek yepyeni ve sağlıklı bir üretime olanak sağlamak gibi bir tutkum, bir misyonum var sadece.
başkalarından alma hakkını sana ve başkalarına da vermez! Ama “korkaklar, yalancılar, iftiracılar, hainler ve sanat bezirgânları” arasında kendine bir yer bulamıyorsan “maydanozca” durumu fazla zorlama!
Coşkun Büktel olmak ne kadar yorucu. Burnumu havaya kaldırıp, vakur ve aristokrat bir tavırla, “ben ‘Theope’nin yazarıyım, bu düzeye inemem, bu laflara cevap yetiştirmekle ilgilenemem! Ben ‘Theope’nin yazarıyım, herkesle sidik yarışına giremem!” gibi laflar etme lüksüm yok. Bu laflara bile cevap vermek, bu kaliteyle bile hiç yüksünmeden muhatap olmak, bu zekalarla bile üşenmeden tartışmak gerekiyor. Çünkü tiyatromuzun tüm kalelerini bu zekalar işgal ediyor.
Madem ki benim yayınlamadığım yazıların yayınlandı ve yeni çıkan kitabında da yer alacak, benimle ve benim yukarıda belirttiğim sıfatlarla zorun ne?
Senden başka tüm okuyanlar zorumu anladı ve ben bu cevap yazılarımı cevaplanan kişiler zorumu anlar diye umarak değil, okuyanlar anlar diye umarak yazıyorum.
Sakın bu, söylediğin yeni çıkacak kitabının bir ön reklamı olmasın?
Neden olmasın? Toplum ve tiyatro sanatının yararı adına yazılmış, ticari olmayan ve Büktel’e aktif düşmanlardan ve pasif dostlardan başka bir şey kazandırması mümkün olmayan bir kitabın duyurulması; Büktel’in yeminli düşmanı vandallardan başka kimi rahatsız edebilir ki? Ama üzülme! “Tarih Taksiratınızı Affetsin”in ne zaman çıkacağını henüz bilmiyorum. Daha bir yayınevi bile yok. “Tarih Taksiratınızı Affetsin” umarım yakında çıkar. “Tarih Taksiratınızı Affetsin” için yayıncı arıyorum.
O zaman, bu sıfatlarımın arasına, “maydanozlar” için bir de “fırsatçılar” sözcüğü mü eklemeliyim?
E senin zekanla herşeyi eklemek mümkün, tabii. Sen eklemeye eklersin de, inandırıcı olabilir misin? Asıl mesele, o. Yoksa herkes, her şeyi, her yere ekler. “Türk tiyatrosu için verdiğin emeği anlıyor ve bu emeğin kutsallığı konusunda en ufak bir şüphem dahi olamaz” diye nitelediğin Coşkun Büktel’in siciline “fırsatçı” sıfatını eklediğinde inandırıcı olabilirsen, canın sağolsun, buyur ekle! Ama böyle sıfatlar eklemek, netameli bir iştir. Bu sıfatlar, eklediğin adamı kirletemezse, dönüp seni kirletir. Bunu unutma!
Madem ki bana açıklamak fırsatı verdin, bu fırsatı kaçırmayıp kaçırdığım bazı fırsatları açıklayayım:
1997 yılında Lefkoşa Belediyesi Şehir Tiyatrosu, “Theope” adlı oyunumu benden izin almadan sahneledi. Olayı gazetelere duyurup yapılan korsanlığı protesto ettiğimde, beni Lefkoşa’ya davet edip oyunu seyrettirdiler. Oyunumu zor tanıdım. Çok kızdım. Ama hatalarını anlayıp özür diledikleri için, dava açıp yüklü bir tazminat almak fırsatını teptim. Sadece o kadar da değil. Oyunun tıka basa dolu bir salona oynandığını gördüğüm halde, “bu benim oyunum değil” diyerek, telif ücreti de istemedim. Harcadıkları emeği çöpe atmak istemediğim için, oyunun devamına izin verdim ama o oyunla Türkiye’ye gelmemelerini söyledim. Altı ay kadar sonra beni arayıp İzmir’de bir festivalden davet aldıklarını söyleyerek, “Theope”yle İzmir’e gitmek istediklerini belirttiklerinde, “kesinlikle olmaz” dedim. Oyunumun İzmir’de reklam edilmesi fırsatını da teptim.
90’lı yılların başlarında, Can Gürzap, "Theope"yi İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda yönetecekti. Konuyu Esen Çamurdan’ın odasında görüştük. Görüşme sırasında Can Gürzap, bir ara, “yazarı provaya almam” diye bir cümle sarfedince, “o halde boş verin, hiç yönetmeyin” diyerek görüşmeye derhal son verdim. Yazarlık kurumunun onurunu savunmak adına para kaybedip düşman kazanmak fırsatını hayatım boyunca hiç kaçırmadım.
Yine geçen yüzyılın sonlarında Şakir Gürzumar arayıp, Işıl Kasapoğlu’yla anlaştığını, "Theope"yi İzmit Şehir Tiyatrosu’nda sahneleyeceğini söylediğinde, "Theope"nin Ankara’daki Büyük Sahne’de sahnelenmeden önce başka yerde sahnelenmesini istemediğimi belirterek, reddettim.
Bütün bu retlerim sırasında, ne maaş güvencem vardı, ne de cebimde üç gün yetecek param. Coşkun Büktel, fırsatçı, ha!... Tükürük banyosu yapmak istemiyorsan, dürüst insanların bulunduğu yerlerde sakın yüksek sesle söyleme bunu!
Coşkun Büktel Benim işim, “Bürüksel lahanası” tarlasıyla, “maydanoz tarlasıyla” değil.
Bana işini anlatma! Senin asıl işin, iktidarın nimetlerinden alabildiğince yararlanarak Makedonyalarda gezinmek! Sakın bana yurt dışında tiyatro yapmanla gururlanmam gerektiği mavallarını okumaya kalkışma! Biliyorum o mavalları! Dışarıda tiyatro yapma olanağı varsa, bırak da senden iyiler gitsin! Senden iyilere teklif ettin de, gitmediler mi? Yoksa senden iyi yönetmen mi yok? Ben sana bunları sorarım. “İzinli mi gittin, izinsiz mi gittin?” diye sormam. Çünkü bilirim: İzin konusu gibi bürokratik konularda gerekli bahaneyi, ya da kılıfı, hazırlamak; işinin parçasıdır senin. Bana işini anlatma! Senin işin Makedonyalarda gezinebilmek için iktidarı olabildiğince sürdürmek! İktidarı olabildiğince sürdürmek için iktidarı lütfeden velinimeti olabildiğince okşamak. Velinimete mahcup olmamak için, örneğin, yönettiğin dergideki zırvaların eleştirilmesini engellemek. Velinimetin tarafından görülemesin diye, zırvaları eleştiren yazılara sansür uygulamak, yönetim kurulunda kendin gibilerle birlikte karar alıp, eleştirel yazıları yayınlamamak. Seni eleştirenleri, senden iyileri, iktidar gücüyle çağrılmayan Yakup diye içeri almamak; içeride eleştirenleri ise, fırsatını bulduğun anda, dışarı atmak. Senin işinin ne olduğunu, velinimetin hariç, herkes biliyor. Hatta belki velinimetin bile biliyor ve seni özellikle bunun için, (3. Richard ile Kazıklı Voyvoda kırması bu sansürcü ve baskıcı tavrın için) özellikle tercih ediyor. Ne de olsa velinimetinin tiyatroyu sevdiği söylenemez.
Ne olur şimdilik buraya değil, başka yerlere “maydanoz” ol.
Yok öyle yağma!
Ayrıca “İsim vermeye korktuğuna göre, hiç kimse hakkında bir tane kanıt ya da belge gösteremediğine göre, Kocatürk’ün yazısındaki bütün o esip gürlemelerin ne mide gazından daha fazla bir ağırlığı, ne de önemi veya değeri var.” demişsiniz;
Ne güzel demişim! Senin bana bu laflarımı tekrarlaman değil, bu laflarımı çürüten kanıtları sunman gerekli.
belge de çok, isim de. Bunu bilen pekâla bilir.
Yazılar bilenler için değil, bilmeyenler için yazılır. Yoksa mide gazından daha fazla “ağırlık” taşımazlar.
Tarlanın zerzevatlarının listesini saymaya kalksam, o yazıya yer düşmezdi.
Saçmalama! İnternette yer kıtlığı diye bir sorun mu var? İstediğin kadar yazarsın. İsteyen okur, istemeyen okumaz.
Mide gazının ağırlığına gelince, gaz hele bir çıksın, gaz sonrasında gelecek olan için “maydanoza” zaten mutlak ihtiyaç olacaktır.
Ne diyorsun sen, hemşerim? Ne anlatmaya çalışıyorsun? Neden “açıkça, mertçe, Türkçe” konuşmuyorsun?
O vakit geldiğinde
Hangi vakit geldiğinde? Hangi vakti bekliyorsun? İkindiyi mi? Söyleyecek sözün varsa, söylemek için ne bekliyorsun? Sesinin daha gür çıkacağı an’ı mı? İktidar desteğini yeniden arkanda hissedeceğin zamanı mı? Nurullah Tuncer’in makamına tekrar oturmasını mı? Korkma! Bekleme! Dök eteğindeki taşı!
Türk tiyatrosunun delikanlılarıyla hanım evlâtları arasındaki savaş daha da bir netlik kazanacak.
Savaşın niteliğini değişik göstererek, savaşı yozlaştırmaya çalışma! Savaş, zaten on beş yıldır gayet netlikle sürüyor. Savaş senin dediğin “cinsiyetler” arasında değil... Sizin kendi aranızdaki menfaat çekişmeleri savaş değil, “kayıkçı kavgası” olarak adlandırılabilir ancak. Savaş, yaratıcılarla vandallar arasında... Hakikati savunanlarla sansürcüler arasında... Okurları aydınlatacak savaş, benim gibilerin azınlığıyla, senin gibilerin çoğunluğu arasında...
O zaman gel de “maydanoz” olma...
Yalanları ve yanlışları kurumsallaştırdığın için AKP seni mükafat olarak belki yine yurt dışına gönderecek ama Tarih taksiratını affetmeyecek.
NOTLAR
(1) Tiyatro Tiyatro dergisinde daha önceleri de yazıları çıkmış olan tiyatro yazarı Feridun Çetinkaya, “Coşkun Büktel Tiyatro Oligarşisine Karşı” adlı bir yazı yazmış ve Tiyatro Tiyatro dergisine götürmüştü. Feridun Çetinkaya, dergiye daha önce de yazılarıyla katkıda bulunmuş bir yazar olduğu için; yazıyı yayınlamak istemeyen dergi sahibi Mustafa Demirkanlı’nın sansürcü tavrına karşı inatla direnebilmiş ve Demirkanlı’yı sansürden caydırarak, Büktel’in mücadelesini anlatan yazısını dergide yayınlatmayı başarmıştı.
Ama Çetinkaya’nın “Coşkun Büktel Tiyatro Oligarşisine Karşı” başlıklı yazısı (Tiyatro Tiyatro, Mart-Nisan 2002. Sayfa 52.) dergide yayınlandığında; Demirkanlı, aldığı tepkiler yüzünden yazıyı sansür etmediğine bin pişman olmuştu. Hemen ertesi sayıda bir pişmanlık yazısı yazarak, aldığı tepkileri anlattı. Demirkanlı, tepki verenleri memnun etmek için; dergi sahibi olmanın avantajını düşünülebilecek en ‘ilkel ve iğrenç’ biçimde kötüye kullanarak ve her medeni ‘insanın’ kutsal saydığı savunma hakkını bile –mahkeme kararıyla mecbur edilmedikçe– tanımayacağını şu sansürcü ifadelerle açıklayarak, Feridun Çetinkaya ve Coşkun Büktel’i aforoz etti:
Feridun Çetinkaya ve Coşkun Büktel yanıt haklarını kullanmak isterlerse, şunu bilmeliler ki başvuracakları yer İstanbul Mahkemeleri’dir. Tekzip kararını getirirler ve yanıt hakları sayfalarımızda yer alır.
(Mustafa Demirkanlı, “Feridun Çetinkaya ve Kitap Tanıtım(!) Yazısı Üzerine”, Tiyatro Tiyatro, Mayıs-Haziran 2002. Sayfa 58.)
O yazısında Coşkun Büktel’i “ciddiye almadığını” da açıklayan Demirkanlı, aradan üç yıl geçtikten sonra, yani Kocatürk’e karşı yazdığım ilk yazıyı “Sinekli Market sitesine göndermemden hemen sonra; sekreterine beni aratarak, Kocatürk’e karşı yazdığım o ilk “kısa” yazıyı Tiyatro Tiyatro sitesinde de yayınlamak istediklerini bildirdi. Elbette kabul ettim. Çünkü ben, Kocatürk’e değil, okurlara ulaşmak için yazıyorum. Bakalım Demirkanlı, Kocatürk’e karşı yazdığım bu uzun yazıyı da sitesinde yayınlayacak mı? Bu kez beni aratmasına gerek yok. Yazıyı yayınlayabilir. Sekreteri, şartlarımı biliyor. Kısaltmamak ve herhangi başka bir biçimde tahrif etmemek şartıyla, isteyen herkes internetteki her yazımı yayınlayabilir.
Yeri gelmişken, Demirkanlı’nın Kocatürk’e karşı yazdığı cevap yazısında (Bakınız www.sineklimarket.com ve www.tiyatrodergisi.com benimle ilgili şu ifadesini de düzeltmesi gerektiğini hatırlatalım.:
“Başka ne söyleyeyim ki? İlayda yazmış, Coşkun Büktel de isim belirtmeden eleştirmenin eleştirisini yapmıştı.”
Bu cümlelerden ne anlamak gerektiğini anlamadım. İlayda, Demirkanlı’nın alıntı yaptığı bir forum yazarının şifre ismi olduğuna göre, şu anlama gelebilir:
“Başka ne söyleyeyim ki? İlayda yazmış, Coşkun Büktel de, ‘isim belirtmeden eleştirmenin’ eleştirisini yapmıştı.”
Ama şu anlama da gelmesi mümkün:
“Başka ne söyleyeyim ki? İlayda yazmış, Coşkun Büktel de, isim belirtmeden, eleştirmenin (yani İlayda’nın) eleştirisini yapmıştı.”
Birinci anlama geliyorsa sorun yok.
Ama ikinci anlama geliyorsa, Demirkanlı, Büktel’in “isim belirtmeden” eleştiri yapmış olduğunu iddia ediyor demektir. Bu da Büktel’i “alçaklıkla” suçlamak anlamına gelir. Çünkü Büktel “İnsanları, ismimi ve isimlerini vermeden suçlayacak kadar alçak değilim” demiş, bunu defalarca yazmış bir adamdır.. (Örneğin, bakınız: “Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları” Sayfa 8.)
Ben yukarıda alıntıladığım cümleyi, www.coskunbuktel.com sitesinde başlığın hemen altında sitenin ana ilkesi olarak da kullanacağım. O nedenle, Coşkun Büktel ile “isim belirtmeden” ibaresinin yan yana gelmesi benim kabul edebileceğim bir kepazelik değildir. Mustafa Demirkanlı, beni suçluyorsa belge göstermeli; başka bir şey söylemeye çalışıyor da kıt Türkçe’si yetmiyorsa, özür dileyerek, düzeltme yapmalıdır.
(2) Bu konuda yanılmışım. Mehmet Atak, soru sorduktan sonra değil, soru sormadan önce, yani durup dururken, yani sırf kötülük olsun diye, kadrodan atılmış. Bu konuda yaptığım geniş açıklama için, Kocatürk’e karşı yazdığım üçüncü yazıma (“Kişneyen Konsülün ‘A, Kuşa Bak!’ Taktiği”) bakılmalıdır.
Kemal Kocatürk'ün bu yazıya cevabı:
ASIL MESELE, VANDALLARIN KENDİNİ YARATICI SANIYOR OLMASINDA
KEMAL KOCATÜRK
Kocatürk'ün bir önceki yazısı:
MİDE GAZINA MAYDANOZ İYİ GELMEZ
KEMAL KOCATÜRK
tıklayınız