BÜKTEL / KOCATÜRK POLEMİĞİ : 1
Kemal Kocatürk
1982 yılından bu yana tiyatro dünyasının içinde biri olarak yaşadıklarımdan aldığım önemli bir ders var. Ve o dersi de burada dilim yettiğince, kalemim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.Ve işe de en yakınımızda durduğunu sandıklarımızdan başlayacağım. Öyle ki, en yakınında durduğunu sandığın kişilerin bile bazen aslında ne kadar uzakta durduğunu görebilmek için bir iki küçük çıkar sayılabilecek meseleye dokunman yeterli oluyor. Ki; Çoğunun ağdalı cümlelerle sanatı ve sanatçıyı kucaklama çabasının gerçekte çıkarlarını koruma çabası olduğunu, yine ağdalı cümlelerle Türk tiyatrosunun kalkınması ve ilerlemesi için büyük fedakarlıklarda bulunma vaatlerinin yine gerçekte kendi küçük çıkarlarını oluşturma sürecinin uzantısı olduğunu eş zamanlı olarak görebiliyorsun. Bu işe gerçek anlamda baş koymuş, üreten, yaratan, emek harcayan insanların nasıl da yaralandığını bilmek, onların her geçen gün bu tarzdan küçük çıkar gruplarının orta yerinde güç ve kan kaybına uğradığını görmek, kaybedilmekte olan bir davanın yeniden savaşılarak kazanılabileceğini görmeme yardım ettiği içindir bu yazıyı yazma gereği duyuyorum. En azından kendime ve benim gibi düşünenlere henüz yok olmadığımızı kanıtlamak için bunu yapmak zorundayım. Bu yok oluşa giden akıntının yataksız, dayanaksız ve cılız olduğunu bilmek, bunun durdurulabileceği yönündeki fikrimi güçlendirdiği içindir ki onların karşısında üreten, yaratan ve de emeğini karşılık beklemeden verebilenler olarak, ürettiklerimiz ve emeğimizle set oluşturabileceğimizi biliyorum. Ve yine biliyorum ki, düşlemek yaratmanın anasıdır. Yılgınlıksa yaratmanın anasını belleyendir. Yaşadığım iki yıllık İ.B.Şehir Tiyatroları yöneticiliği döneminde de yılgınlığa düşmeden doğru bildiğimi yapmak en büyük düsturum oldu. O doğrunun da birileri için yanlış olduğunu bilerek ama yine de o doğrunun birilerinin isterlerine göre hareket etmek değil, tiyatronun kendi isterlerine göre hareket etmek olduğunu da bilerek. Ne ekersen onu biçersin misali. Ben geleceğe fırtına ekmeye kalktım fakat bu, birilerine fena halde dokundu ki üflemeyi bile beceremedikleri şu dünya içinde haklı olarak bir korkuya kapılıp yakıp yıkarak tozu dumana katar oldular. Kısacası at izi ile it izini birbirine karıştırmayı başardılar. Alışılagelmiş, kemikleşmiş çıkar gruplarının tekerine çomak sokuldu çünkü. Bizde devrim sözcüğü herkesin ağzındadır ama gerçekte devrim yapmaya kalktığınızda ilk o devrimciler sıvışır ya da onlar çıkar karşınıza. Adıyla müsemma bu zatlar alıştıkları üzere başarılı olan ne varsa ona kulp takarak, onu amorf hale dönüştürme ve onu öğütmek üzere kurdukları tezgahlarında korkarak ve korku üreterek çalışırlar. Ki bunlar, her zaman kendilerine –göz boyamayı iyi başardıkları için olsa gerek- aynı çıkar grubuna hizmet edecek yandaşlar bulmayı başarırlar. Kısacası aynı kabın yolcuları aynı kabın etrafında buluşurlar. Yani tiyatrodaki devrimin önündeki en önemli engel yine o devrim sözcüğünü ağızlarından düşürmeyenler olur. Korkaklar yalancıları bulur, iftiracılar hainleri, hainler de bezirgânları. Bezirgânlar da tabii ki parayı. Ve size düşen bunlar arasında ya tiyatro yapmaya devam etmek ki, bu tiyatro yapmak fiili gerçek anlamındadır, ya da sinip bir köşeye çekilip, meydanı onlara bırakmaktır. Benim durumuma getirilenler için genellikle ikincisi yeğlenir. Yani çekilmek. Çünkü yıldırılmıştır. Çünkü örselenmiştir. Çünkü yok sayılmıştır. Çünkü beyazlar arasında beyaz bir zencidir o. Onun sanatı sanat değildir. Onun yazmaları yazma değildir. Onun yöneticiliği yöneticilik değildir. Çünkü o bir beyaz zencidir. Çünkü o, o bile değildir. Dünyanın yalanı, dünyanın iftirasına katılır, hainlikle bulandırıldıktan sonra, “ödenekli kurumlarımızı siyasetten uzak tutalım” nutukları atılarak gidip siyasilerin kucağına “onu alma beni al”, “o kaka çocuk” gibi soruşturma istemli şikayet dilekçeleri ile bir güzelce otururlar. Hakkınızda hiç yoktan davalar açılır. Sanatçılar sanatı engelleyecek denli vandalist bir hırsa bulanıp, tıpkı zücaciye dükkânına girmiş fil misali her şeyi kırıp dökerler. Hakkınızda türlü soruşturmalar, kovuşturmalar açılır. Ki bunların içinde yurtdışına izinli olarak gidip yönettiğiniz oyunla ilgili izin belgeniz elinizdeyken, ki, bu ülkeden yurtdışında reji yapan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu tür teklifler alıp, bunu gerçekleştirip başarılı olan insanlarımızı övüp, kollayacağımız yerde, sövüp, “tacir, gözünü hırs bürümüş”, rejisörlüğü, “ticari” bir iş olarak gören ve göstermeye çalışan, yurtdışında rejisörlük yapmamı “ticari” olarak algılayan bu zihniyete karşı, şimdi bile “Pes doğrusu” demekten başka bir söz bulamıyorum. Tüm bunların yanında, elinizde yönetim kurulu kararıyla verilmiş izin belgeniz olduğu halde, bir de izinsiz olduğunuzu savlayarak, kendilerini yargıç sizi de bir anda sanık yerine koymazlar mı? Ve siz hepsiyle tek tek boğuşmak zorunda kalır ve tüm enerjinizi böylesine ayıplar ve yalanlar içine batırılmaya çalışılmış onurunuzu kurtarma peşine düştüğünüzde, bir de bakarsınız ki ortada ne devrim kalmış, ne de devrimciler. Gerçekten de at izi it izine karışmıştır artık. Dönüp baktığınızda ne görseniz iyi, -onlarla birlikte- sizi en yakınlarınız bile sağınızdan, solunuzdan ısırmaya, parçalamaya başlamışlar. Tıpkı belgesellerde izlediğimiz vahşi yaşam oyunu gibi. Gelinen süreçte kendinizi ya yeniden onarır ve onlarla savaşabilecek duruma getirirsiniz ya da “aslında hepsi boş” kabilinden bir felsefeyle kendinizi avutarak inzivaya, yani onların istediği “kaybolma” noktasına çekersiniz. Ben ne yazık ki yenilen pehlivan misali hala buradayım. Hala devrimlerimin peşindeyim. Ve hala “Varlığımın sahibiyim”. Ya onlar? Uzun bir süre sustum. Çünkü hakkımdaki o abuk soruşturmaların bitmesini bekledim. Şimdi yine burada, kaldığım yerdeyim. Hem de üzerime atılmış tüm yalan, iftira çamurunu üzerimden sıyırarak. Aklandım. Ve her zamanki gibi tertemizim. Ya bana bunca iftirayı, yalanı tertipleyenler? Hani benim “kafamı koparmak” isteyen, hayatında tiyatroyu oturduğu koltuktan ve de çıkardığı mecmua vasıtasıyla cebine giren üç-beş kuruştan ibaret sanan o gazeteci nerede şimdi? Kimsenin okumadığı mecmuasını kurtarma peşinde tabii ki. Neden kendisinin bir “yalancı, iftiracı, bezirgan”olduğunu her yerde ve kendisinin de suratına karşı söylediğimde kaçacak delik arıyor? Bana bunca iftira ve kara çalmayı yapanlar nerede şimdi? O iftiracı, yalancı, korkak, hain, bezirgan hanımlar ve beyler neredesiniz? Özür dilemekte bir erdemdir. Ama asıl amacınızın beni yemek olmadığını artık ben çok iyi biliyorum. Maskeleriniz düştü artık. Eskiden sizlere; “bazı dergici, eleştirmen, editör, yazar, bankamatikçi, sanatçı ve saatçi” diyordum ama artık bu şekilde sesleneceğim: KORKAKLAR, YALANCILAR, İFTİRACILAR, HAİNLER VE SANAT BEZİRGÂNLARI. Çünkü ödenekli tiyatro sahnelerinin büyük bir kısmını ele geçirme çabası içinde olan bir avuç yeteneksiz muhteris takımının işbirliğinin bendeki tanımı artık tam da bu.
Gerçekten de bunlar yaratma ve yönetme cesaretinden yoksun, estetik tembeli, başkalarının sırtından geçinen parazitler. Türk tiyatrosunun önünü tıkayan bu kara böcekleri yine Türk tiyatrosunun içindeki mücadeleci, genç ve yaratıcı “KUVVACI” kuvvetler temizleyecektir. İşte tam da bu yüzden bu yazıyı yazma gereği duydum. Aksi halde sürekli güçlenen bu kara böcek yığını önüne gelen her şeyi ve herkesi öğütecek ve Türk Tiyatrosunun iki motor gücü olan D.T ve Şehir Tiyatrolarını çalışmaz, çalışamaz ve hantal kılıp kapatılmasını hatta hatta yok edilmesini sağlayarak muratlarına ermiş olacaklardır. Bunu da ilericilik kisvesi altına bürünüp yapıyor ve yapacaklardır. Bu Bürüksel lahanalarının öncelikli hedefi sanatsal alanda üreten, üretme gücü olan herkes. Türk Tiyatrosunun gelişimi noktasında çalışan, Türk Tiyatrosunun kendine has estetiğini oluşturma çabası ve bu çabanın yanında duran her şeyi ve herkesi kendine hedef seçen bu yığını durdurabilecek olan ortak güce sesleniyorum. Artık uyanın! Bildiğinizi yeniden sorgulayın. Bilmediğinizi öğrenmenin peşine düşün. Üzerinize serilmeye çalışılan cafcaflı ama o karanlık örtüyü yırtın, ışığı içeriye alın. Yıllardır kopya bir estetik ve form anlayışını dayatmaya çalışan bu zihniyetin şimdi içeride çok önemli kazanımları var. Onlar ki yıllarca batı estetiğinin peşinden koşup, adeta putlaştırdıkları ama asla öz kültürleriyle aşılamayı düşünmedikleri, onun yerine birebir kopya etmeyi gerçek sanatçılık vazifesi sayarak taçlandırdıkları yapıyı, üstelik AB’nin fonladığı seslerini şimdi tüm olanakları ellerine geçirerek yükseltme çabası içindeler. Bu bilgisiz bilginler, bu görgüsüz görüşlüler, bu kendi bindikleri dalı kesenlerin önünü kesmek için, bu yok oluşa giden akıntının yataksız, dayanaksız ve cılız olduğunu bir kez daha yineliyorum, bunu durdurabilmek için onların karşısında üreten, yaratan ve de emeğini karşılık beklemeden verebilenler olarak, ürettiklerimiz ve emeğimizle set oluşturabileceğimizi biliyorum. Ve yine biliyorum ki, düşlemek yaratmanın anasıdır. Yılgınlıksa yaratmanın anasını belleyendir. Türk tiyatrosunun varolabilmesi için, artık uyanın! Tekrar tekrar söylüyorum; Bildiğinizi yeniden sorgulayın. Bilmediğinizi öğrenmenin peşine düşün. Ölülere yazılmış mektuplardan değil, hayatta ve dipdiri duranların ortak üretme gücüne, birlik olma potansiyeline inanlara sesleniyorum; Ölülere değil, hayattaki kendi mevcudiyetinize güvenin, içinizdeki temiz devrim ülküsüne, değiştirebilme kabiliyetine. Üzerinize serilmeye çalışılan karanlık örtüyü yırtın artık, ışığı içeriye alın.
30 Ocak 2006
http://www.sineklimarket.com/ ‘dan aynen aktarılmıştır.
Bu yazıya karşı Coşkun Büktel'in yazdığı yazı:
KOCATÜRK’ÜN MİDE GAZI KADAR “HAFİF” YAZISI
COŞKUN BÜKTEL
tıklayınız